Translate

29 Aralık 2014 Pazartesi

Ne İstemediğimiz Belli Ama...

Çalışan sınıflar için oldukça kötü geçen 2014 yılının sonunda Birleşik Haziran Hareketi ile umutlandık. Emekten yana, cinsiyet eşitliğini, doğayı, laikliği, aydınlanmayı ve barışı savunan bu hareket, Türkiye Meclisi buluşmasıyla umut olmaya yetti. Heyecanla takip edeceğiz, katılacağız. Hareketin de sloganında var, ne istemediğimiz belli, peki istediğimiz ne?
İktidarın baskıcı politikalarının halkı sokağa döktüğü 2013 Haziran'ından esinlenerek, yeni rejimi kabul etmeyen demokratik bir muhalefet söz konusu. İktidarın getirdiği gericiliği, yurtdışından akan paranın üretime ve katma değere değil rant ve tüketime kanalize edildiği bir düzeni kabul etmeyen bir muhalefet. Peki yerine istediğimiz, geçmişteki "güzel" günlerimiz mi? Elbette hayır, olmamalı.
Gelin  o sözde güzel günlere gidelim. İstanbul Hükümeti - TBMM ikili iktidarı sonrası 1923 devrimi ile kurulan Cumhuriyet, ata-devleti olan Osmanlı İmparatorluğu'nun asker sınıfından bir kadro ile kurulmuştu. Tepeden devrimdi ve reaya (köylü ağırlıklı çalışan sınıflar) sınıfı doğrudan yeni hükümete tabi olmuştu. Bürokrasi yeniden kuruldu. Tepeden devrimlerde devrin modası olan militarist modernleşme (devrimin doğası gereği en elverişli yol olduğundan) benimsendi. Zorunlu askerlik, parti devleti ve ekonmide devlet teşebbüsü yoluyla özel teşebbüse fırsat verme kabul edilerek ikinci dünya savaşı atlatıldı. Savaş sonrası ülke, ağır ekonomik şartlarda batı ittifakına sürüklendi ve Menderes iktidarıyla SSCB'ye karşı ileri karakol haline geldi. Ülke ekonomisi kapalı iken ülke içinde imtyazlar yoluyla burjuva yaratıldı ve o burjuva, imtiyazları kullanarak (eşyanın tabiatı gereği) haksız tekeller oluşturdu. Sonraki yıllar ağır populizmin ve soğuk savaş etkisiyle iç çatışmaların yıllarıydı. Populizm israf demekti, pratikte 38 yaşında emekli olmak ama emekli maaşıyla yaşayamamak, kaynakların üretim sektörüne aktarılmaması, uluslararası rekabetçi olabilecek bir sanayi yaratılmaması nedeniyle işsizlik, ithal ikameciliğin devlete yakın sermayeciliği kaldıraçlaması anlamına gelmekteydi. İç çatışmalar genç nüfusun yaratıcı olamaması, olmak istediğinde engellenmesi, Cumhuriyet'in ilk yıllarında baskılandığından görünür olmayan ama aynı zamanda çözülmeyen, görmezden gelinen Osmanlı'dan kalma etnik - mezhepsel gerilimlerin baskı üstünden kalkınca hortlaması demekti. Sonrasında gelen, sırasıyla reel sosyalizmin bunalımı, uluslararası neo-liberal dalganın galibiyetinin ilanı, Türkiye'de 24 Ocak kararları ve bu kararların 12 Eylül ile uygulanması sonucu Cumhuriyet, amaçladığı ithal ikame ve yerel burjuva sınıfı yaratarak kalkınmanın sağlanması ülküsünde başarısız olmuş oluyordu. Merkez sağ liderliğinde koalisyonlar dönemi, güçlenen siyasal islam ve son üçlü koalisyon eski rejimin sonunu getiriyordu. 19 Aralık 2000 Cezaevleri müdahalesi, adaleti, güvenlik gücü ve basınıyla final sahnesiydi eski rejimin.
İşte, istediğimiz bu "güzel" günler mi? Hiçbir şey olmamış gibi 1920'lere dönmek istemek, en başta 1923 devriminin mantıksal pozitivizmine ihanet olmaz mı?
Başka türlü bir şey istiyor olmalıyız. Diyanet İşleri gibi bir çelişkiyi barındırmayan, din ve mezheplerle, dinsizlerle alıp veremediği olmayan bir laiklik, başta tüm ülke halkının "birey" olmasının, kişisel hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmasının ve sonrasında örgütlenmesinin önünü açacak bir demokrasi ve çalışandan yana, katma değeri yüksek br kalkınma modelini savunan bir sosyal devlet istiyor olmalıyız. Birleşik Haziran Hareketi'ni bu nedenle önemsiyorum.

20 Aralık 2014 Cumartesi

Kara Yıl 2014

Çok büyük bir gelişme olmazsa bu yazı 2014'ün son yazısı. 2014 yılı çalışan sınıflar ve toplumsal muhalefet açısından kara bir yıldı. İyi niyetli muhalefet ve direnişler iktidar baskısıyla ezildi ve muhalefetin umutları kırıldı. 2014, gerçek anlamıyla Yeni Türkiye'nin kuruluş yılı oldu. Biz de rüzgara karşı yazdık, yazmaya da devam edeceğiz. Başlıklar altında gelişmeleri özetleyelim, sonra da 2015'te ne yapılabilir tartışalım:
Çalışan Sınıflar ve Emek Dünyası
Belki de en üzücü gelişmeler işçi sınıfı içindi. Soma ve Ermenek maden faciaları, büyüyen inşaat sektöründe iş kazaları, budanan haklar, kıdem tazminatı tartışmaları, DİSK'in direngen tavrına rağmen sendikaların genel güç kaybı ve etkisizleşmesini gördük. İş güvenliği konularında CHP'nin meclis muhalefeti güçlü de olsa, bence ekonomik yapıyla, neoliberalizm eleştirisiyle temellendirilmediği için reel karşılık bulamadı. Bu konuyu bazı yazılarda işlemiştim, sonuç kısmında da döneceğim.
Çevre ve Sağlık
Büyük yol projeleri birer çevre katliamına dönüştü 2014'te. Yoğun toplumsal muhalefete rağmen para konuştu ve rant ağır bastı. Yoğun eylemlere rağmen helikopterle çekilmiş orman hasarlar fotografları damgasını vurdu 2014'e. Çevredeki hasar iklimde de etkisini göstermeye başladı yaz mevsiminde, fırtına takviminde gördüğümüz neredeyse her fırtına bir hortum yarattı Marmara Denizi'nde.
Paralel şekilde sağlık alanında da piyasalaşma hızla sürdü. Hastanelerin ameliyat performansı adına halka yüklenmeleri sağlık emekçilerinin eylemlerini buldu karşısında. Eylemler, diğer benzer her alanda olduğu gibi sınırlı etki yarattı.
Eğitim
Eğitimde gericileşme hızla sürdü. Bahsettiğim gericileşme iki boyutlu: biri laiklikten diğeri demokrasiden sapma. Laiklikten sapmayı, kırpılan ve itibarsızlaştırılan pozitif bilim dersleriyle din içerikli eğitim anlayışında gördük. Demokrasiden sapma ise, laiklikten sapmaya bağlı olarak Sünni - İslam'ın dışındaki inanç gruplarının eğitimde tamamıyla yok sayılmasıyla gerçekleşti. Bazı okulların imam - hatip ortaokul ve lisesine çevrilmesi, içi boş Müslüman Nesil ve Osmanlıca tartışmaları, eğitimin kaybolan niteliği yerine suni gündem maddelerini ön plana taşıdı. Maalesef eğitim sendikaları ve meclis muhalefeti bu tuzağa düşmüştür.
Adalet 
Fail-i Mechul cinayetlerin aydınlatıl(a)maması, Gezi - Haziran Direnişi davalarının komik şekilde oradan oraya nakledilip uzatılması, yolsuzluklarda takip bile yapılamayıp kolluk gücünün kriz anında nasıl da savcı emrinden çıkabileceğinin görülmesi açısından ibretlik bir yıl yaşadık. Hukuk öyle bir noktaya geldi ki, toplumsal muhalefetin en liberalinden en sosyalistine herkes aynı görüşü paylaşır oldu, devletin toplumsal mutabakata dayalı varlığının yanına soru işareti kondu.
Kürt Sorunu
Ortalık karıştı. Önce -fiilen karşılıklı- bir silah bırakma ve anaların ağlamaması şeklinde gösterilen bir danışıklı ateşkes ortamı oluştu. Sonrasında Yeni Türkiye'nin ilk muhalefet partisi, HDP'yi izledik. HDP'nin ülke genelinde solcu, güçlü olduğu illerde sağcı-milliyetçi stratejisi, ülke solunun boşalttığı alanda yeni bir Kürt siyaseti merkezli savrulmaya yol açtı. Bu tavır, ekonomi - politik temelli muhalefete dayanmadığı için önümüzdeki dönemde de çalışan sınıfların taleplerinin geri plana düşmesine yol açacaktır. Kobane krizi de Kürt siyasetinin kendi İslamcı muhalefetiyle yüzleşmesine neden oldu özet olarak.
Dış Politika ve Küresel Gelişmeler
ABD ve gelişmiş ülke ekonomilerinin toparlanması, Rusya'nın Ukrayna üzerindeki yayılmacılığı ve Batı'nın yaptırımlarının görünürde başarılı olması ile kırılgan ekonomilerin kırılganlığının daha da görünür hale gelmesi Rusya - Çin - İran ekseni ve gelişmekte olan ülkelerde olumsuz bir hava yarattı. Belki bizler açısından bir takım olumlu gelişmeler; Suriye halklarının Batı'ya direnmeye devam etmesi, Orta Doğu'da İhvan'ın iyiden iyiye zayıflaması ve Latin Amerika'nın Küba, Venezuela gibi sistem dışı ülkelerinin istikarı oldu. Yine de güç dengesinin ABD ve müttefikleri yönüne kaydığını söyleyebiliriz.
Sonuç
Gördüğünüz gibi kötü bir yıl geçirdik. 2014'te muhalefetin hatalı cumhurbaşkanlığı seçim stratejisinin de etkisiyle (ama bu sadece sonu hazırladı, daha temel sorunlar elbette var) cumhurbaşkanlığını iktidarın adayı kazandı. "Yeni Türkiye" kurulmuş oldu. Önümüzdeki dönemde bu yeni rejimin kendi iktidarını, kendi muhalefetini nasıl şekillendirdiğini, kendi gündeminin nasıl tartışılmasını sağlayacağını beraber görüp tartışacağız. 2014'te kötüye gidildikçe o beklediğimiz Haziran da gelmedi, gelmezdi de. Haziran, gündemi ele geçrdiğimizde gelmişti, verilen gündemi ne şekilde tartışırsak tartışalım gelmezdi geri. Bunun yanında ülkemizde doğu ve batı muhalefetlerinin birbirine karşı rahatlıkla yedeklenerek asla beraber hareket edememesi iktidarın elindeki en önemli sigortalardan biri.
2015'te çalışan sınıflar olarak ne yapabileceğimiz ise kurulan yeni rejime olan uyumumuzla ilgili. Burada dağıtılan yeni kartlara odaklanmaktan bahsediyorum. Çalışan sınıfların kurtuluşu, küresel direnişlerin birbirine bağlanması ve dünya devriminin tekrar umut olması, bütünüyle yeni ve genel kabul gören, heyecan yaratan yeni bir neoliberalizm eleştirisine bağlıdır. Sınıfımızın bize verdiği en önemli ödev ve sorumluluk bu eleştiriyi sağlam temellere oturtmaktır. Bunun dışında ülkemizle ilgili konularda, herkes için, otoriterliğe karşı, çoğunluk diktasını hedef alan demokrasi talebi, genel adalet ilkelerinin vurgulanması (hukuk devletinden yana olmak), çevrecilikte tüketimin kısılması ve alternatif enerji kaynaklarının kullanımını ön plana çıkaran gezegenle dost olma felsefesi ile yerel yönetimlerin gücünün, yerleşim birimlerinin kendi ekonomilerini çevirebilme ve o yerleşimdeki insanların taleplerinin önplanda olması anlamında artmasından yana olmanın doğru konumlanma olduğunu düşünüyorum.
Umarım 2015 tüm çalışanlar için umut ve ilerleme dolu bir yıl olur.  

4 Aralık 2014 Perşembe

İlk Bakışta Anadolu Partisi

Okuyanlar bilir,zaman zaman bu sayfada siyasi partilere ve çalışmalarına yer veriyorum. Bu kapsamdaki tüm değerlendirmeler hakim neoliberal ekonomik yapı karşısında çalışan sınıflar lehine bir görünüm izliyor tabii ki. Bugün de benzer bir analizi hakettiğini düşündüğüm, yeni kurulan Anadolu Partisi'ni ele alacağım.
Biz çalışanlar, özel zamanlarımızı çalışarak kazanırız. Özel zamanlarımız kendimiz için değerlidir. O nedenle bu sayfayı okuyan kimsenin "nitelikli dedikodu yapılıyor" gibi yorumlar yapmasını istemem. Tüm analizler bu sebeple nesnel ve ekonomi-politik temele oturtulmaya çalışılmaktadır. Kadro tartışmalarına asla girmeyeceğim dolayısıyla. Bir blog yazısında tüm programı değerlendiremeyeceğimiz için temel ilkeler, genel yapı, laiklik ve emeğe dair kısımları ele alacağım.
Parti tüzüğü ve programı incelendiğinde, programa getirebileceğim ilk eleştiri, Anadolu zulüm tarihinin darbelerden başlatılmasıdır. Oysa bu topraklarda zulüm, tarih kadar eski olup içinde bulunduğumuz tarihsel süreçte en yakın zulüm başlangıç noktası Büyük Kaçgun - Celali İsyanlarının nedenleri olarak ele alınmalıdır diye düşünüyorum. Şimdi bizlerle ilgili olan program başlıklarını tek tek ele alıp kısa bir değerlendirme yapalım. Program için link şudur:
http://ana-parti.org/TR,36/anadolu-partisi-programi.html?_tag1=635531268970000000
Amaç, Temel İlkeker ve Politikalar
Çağdaşlaşmanın ön plana alınıp cumhuriyet değerlerinin "geliştirilerek korunması" fikri, korunmak istenen Atatürkçü değerlerin "geliştirilmeye ihtiyaç duyduğu" alt-metnini bu şekilde, anladığım gibi içeriyorsa benim de katıldığım değerli bir tartışmayı açabileceğine inanıyorum. Tam bağımsızlık ve "bilgiyi kullanarak sorun çözme" açılması - genişletilmesi gereken başlıklar. Ayrıca sömürüsüz çalışma hayatı ve sürdürülebilir kalkınma vurgusu da önemli ilerici görüşler olarak yer almakta.
Siyaset Anlayışı ve Demokrasi
Ülkemizde yoksunluğunu fazlasıyla hissettiğimiz ve Avrupa Sol - Sosyal Demokrat Partilerinde gördüğümüz çoğulculuk, çoğulluk ve parti içi demokrasi konularının ön plana alınması önemli olmakla beraber bu tip konular toplum psikolojisiyle ilgili olduğundan uygulamayı görmek gerekir. Ayrıca çoğulculuk denilen terim bir "post-modernizm tuzağı" içermektedir ki parti için ciddi bir sınav olup tarih bizi sürüklerse bir yazıyı da bu konuya ayırırız.
Laiklik ve İnanç Özgürlüğü
Dini - mezhepsel kutuplaştırıcı dile karşı çıkılmakta ve ibadethaneler, zorunlu din dersi gibi konularda özgürlükçü bir tutum alınması beklenen bir durumdu. Ancak asıl sınav, bu konularda özgürlükçü olanın iktidar tarafından Sünni - Ulus'a (*) karşı kutuplaştırıcı olmakla suçlandığı durumda alacağı tavırdır.
Ekonomi
Bütün kesimler için iyileştirilmesi ve çevreye duyarlı biçimde geliştirilmesi fikrini gerçekçi bulmadığımı belirtmeliyim. İçinde bulunduğumuz neoliberal ekonomik durumda akıntı tersine çekilecek her kürek sermaye sınıfı aleyhine olacaktır. Çalışan sınıflar ağır saldırı altındadır ve öncelikle bunu kabul etmek gerekir.
Dört temel ilke; kaynakların etkin kullanımı, üretim odaklı büyüme, orta sınıfın genişletilmesi, vergi kullanımında şeffaflık olarak belirlenmiş. Kısa vadede yapılacak bir üretim odaklı büyüme hamlesinin, mevcut sanal AVM- Call Center istihdamı karşısında işsizlik oranını artıracağını düşünüyorum, yanılıyorsam ekonomist arkadaşlar aydınlatırsa sevinirim. Bu işsizlik artışının, eski sanal AVM- Call Center istihdamının azalışından kaynaklandığı anlatılabilmelidir. Orta sınıfın genişletilmesi, sayı artışıyla güçlenmesi anlamına gelir ve çalışan sınıfın güçlenmesi anlamına geleceğinden bizler için olumludur. Vergi kullanımında şeffaflık ise geniş çalışan kitlelerinin ortak derdi olup derman olabileceğini söyleyen partinin her fırsatta bunu haykırması gerekir diye düşünüyorum.
Kritik bir diğer konu da, asgari ücretteki vergi muafiyeti ve bu yolla düşürülecek işçi maliyetidir. Bu yaklaşım, sermaye sahibini bir istihdam sağlayıcı olarak görmekte olup düşen asgari ücret işçilik ücreti yoluyla istihdam artışını hedefler. Ancak eğer pratikte sermayeye istihdam, üretim ve hesap verme baskısı kurulmazsa sermaye bunu mümkün olduğu kadar çalışanını asgari ücretli çalıştırma (çalıştıramadığını öyleymiş gibi gösterme) bu yolla elde ettiği kazancı da istihdamı artırma yönünde değil içinde bulunduğu ekonomik koşulun gerektirdiği en uygun şekilde harcama eğiliminde olur. Çalışanlardan yana bir siyaset izlenecekse yukarıda bahsettiğim hassasiyetler dikkate alınmalıdır.
Sosyal güvenlik başlığındaki konuları genel olarak olumlu olarak yorumluyorum. Çağdaş ve ayakları yere basan yaklaşımlar içermektedir.
Madencilik politikaları başlığı altında yer alan çoğu maddenin, ekonomik anlayışta temel bir değişiklik (güçlü bir neoliberalizm eleştirsi) olmadan uygulanamayacağını şurada anlatmıştım:
http://alemireayan.blogspot.com.tr/2014/05/siyah-uzerine-beyaz-yazacagz.html
Burada yer alan maddeler de içerdiği denetim, sendikalaşma, teknik - mali yeterlilik gibi güzel terimlerle esas sorunun etrafında dolaşmaktadır. Unutulmamalıdır ki kapitalist sistem kriz anında ilk olarak çevre hassasiyetlerinden, hemen sonrasında da insan sağlığından ödün verecektir.
Bu yazımda Anadolu Partisi Programı'nın blogumuz açısından kritik maddelerine değinmek istedim. Muhalif kanatta yeşeren bu parti, doğrudan çalışan sınıflardan taraf olmamakla birlikte koşulların iyileştirlmesi niyetinde olduğunu gösteriyor. Karşısına çıkacak en önemli engelin "neoliberalizm eleştirisi ihtiyacı" olduğunu bir kez daha belirterek yazımı sonlandırıyorum. Gelecekte çıkabilecek tartışmalarla beraber yeniden Anadolu Partisi'ne değinebiliriz.

 (*) Tabir Fatih Yaşlı'ya aittir, yerinde bulduğumdan ben de kullanıyorum.

1 Aralık 2014 Pazartesi

Yaka Renkleri ve Sınıf Yaklaşımı

Çalışma yaşamında sıklıkla duyduğumuz beyaz - mavi yaka adlandırmasına değinmek istedim bu yazımda. Yine bu yazıda da konuyu, çalışan sınıf açısından ne anlama geldiği üzerinden değerlendireceğiz. Ayrıca konuyu sendikal tartışmalara da bağlayacağım.
Mavi yakanın sözlük tanımına baktığımızda "el emeği uygulayan çalışan" ifadesiyle karşılaşıyoruz (*). Benzer şekilde beyaz yaka da "profesyonel ve yönetsel iş yapan çalışan" şeklinde tanımlanıyor (*). Tanımlamanın kökeni, 20.yy başında ABD'de ortaya çıkmış olup temelde çalışanların giydiği iş kıyafetlerine gönderme yapmaktaydı. İlginç bir şekilde günümüzde, mavi yaka ve beyaz yaka ifadesi, kendisine ismini veren sığ kıyafet yaklaşımında kalmış olup yönetsel olmayan ofis çalışanlarına beyaz yaka, yönetsel olan üretim çalışanlarına mavi yaka denmesine neden olmaktadır. Bu da tanımlamanın temel işlevini yitirmesine, çalışanlar arasında anlamsız bir ayrım ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Konuyu örneklendirerek açalım. Elimizde bir hammade olsun. Bunu bir üretim aracı kullanarak son ürüne çevirip satacağız. Sattığımızın parasınının büyük bölümünü sermaye sahibi alırken, bir kısmını bize verecek, bir kısmını da mevcut üretim araçlarının geliştirilmesi, amortismanlar ve finansal araçlara yatırım gibi şekillerde kullanacaktır.
Elimizdeki hammeddenin hamur olduğunu varsayalım. Hamuru yoğurup fırına veren işçi, yoğurarak emeğini ortaya koymakta, fırın ateşini ayarlayarak ve fırında kalma süresini kestirerek üretim bilgisini, yani kafa emeğini, ustalığını ortaya koymakta ve ekmeği çıkartmaktadır. Eğer günde kaç ekmek çıkartması gerektiğini, hangi saat kaç ekmek çıkartması gerektiğini, ne kadar hamurun fire olacağını, ne kadar doğalgaz harcanacağını takip eden, satışları düzenleyen ve hatta satışı yapan ve patron olmayan bir çalışan varsa, o da yönetsel emeğini ortaya koymaktadır. Bu kişi aynı zamanda ekmeklerin zamanında ve istenilen kalitede çıkmasından da sorumlu olduğundan el emeği veren işçiyi yöneten ve yönlendiren kişidir. Fırının sahibi olan patron da bu iki çalışanın maaşlarını öderken, bir yandan da fırnın yumurtalı pide de çıkartıp çıkartmaması gerektiğine, saat kaçta açılması, kaç saat açık durması gerektiğine, büyüme ya da küçülme stratejilerine karar vermektedir. Bu örnekte rahatlıkla anlaşılacağı üzere fırın işçisi mavi yakalı, işlemleri takip edip hedeflere gereken kaliteyi gözeterek ulaşılmasını sağlamakla görevli olan işçi beyaz yakalıdır. Dikkat ederseniz her iki çalışan da aynı ortamda çalışmaktadır. Biri ekmeği ellemekte diğeri ellememektedir. Biri işçi olarak sistemde yer almakta, diğeri de işçi olarak sistemde yer alırken fırıncı karşısında patronu temsil etmektedir.
Şimdi de elimizdeki hammaddenin müşteriden gelen yazılım talebi, bu talebi karşılayabilecek çalışan bilgi birikimi ve şirket birikiminin de (know - how) üretim aracı olduğunu varsayalım. Yazılım talebi için bilgi birikimini, müşteri verilerini ve şirket birikimini harmanlayan ve satırlarca kod yazıp hataları gideren yazılımcı, emeğini ortaya koymakta ve yazılımı test ve kullanıma hazır hale getirmektedir. Eğer müşteri taleplerini, yazılımın ilerleme sürecinde değerlendirip yazılımcıyla müşteriyi koordine eden, proje takvimine uyumdan sorumlu, kalan zamanında yeni müşteriler için yeni çözümler sunan, belki ödeme takvimini de yöneten ve patron olmayan bir çalışan varsa o da yönetsel emeğini ortaya koymaktadır. Bu kişi, proje takvimine göre yazılımın zamanında yetişmesi, dolayısıyla yazılımcının günde ve haftada kaç saat çalışacağı ve müşteriyi tatmin edecek şekilde hatasız çalışmasından da sorumlu olduğundan emeği veren yazılımcıyı yöneten ve yönlendiren kişidir aynı zamanda. Yazılım şirketinin patronu da bu iki çalışanın maaşlarını öderken, yazılım şirketininin bilgi birikiminin artırılması, hangi yeni sektörler için yeni çözümler sunulabileceği ve büyüme, küçülme stratejilerini kurgulamaktadır. Bu örnekte de "ekmeği elleyen" yazılımcı, sanılanın aksine mavi yakalıdır, işlemleri takip edip hedeflere gereken kaliteyi gözeterek ulaşılmasını sağlamakla görevli olan koordinatör de beyaz yakalıdır. Koordinatör, çalışma ortamında yazılımcının patronu rolünü üstlenmektedir.
Son tahlilde beyaz yaka ve mavi yaka tanımlarının giyilen giysi ya da çalışılan ortamla ilgili değil, üretim araçlarının kullanımı, yönlendirilmesi ve çalışma ortamında hangi çalışanın işvereni temsil ettiğiyle ilgilidir. Haliyle beyaz yakanın sendikal örgütlenmesi konusu, üniversite okumuş olanların ya da ofis ağırlıklı çalışanların örgütlenmesi konusu değildir. İşyerinde işveren temsilcisi konumunda yer alan çalışanların örgütlenmesidir. Bunun olabilirliği, yöntemi ve yapısı alınan ücretlere ya da bu çalışanların ilgisizliğine indirgenemez, apayrı değerlendirilmesi gereken konulardır.

(*) Wikipedia tanımlarıdır.

12 Kasım 2014 Çarşamba

İş Güvenliği Paketinin Ağırlığı

Uluslararası direnişlerin sakinleşmesi üzerine yine doğrudan emeğe dair konulara dönüyoruz. Bugün başbakan, iş güvenliği paketi açıkladı, ben de incelemeye değer buldum.
Madde madde üzerinden gitmeden önce, daha önce de değindiğim bir gerçeği hatırlatmak isterim: İş güvenliği, çevre duyarlılığı gibi ileri adımlar ancak ve ancak somut ekonomik etkisi varsa kapitalist sistemde yer bulabilir. Bunun da biricik yolu, işletmenin müşterisinin doğrudan bu adımları tedarikçisine dayatmasıdır.
Gelelim pakete: Çok tehlikeli işlerde çalışanlara mesleki yeterlilik zorunluluğu getirilmesinin işlevselliği tamamen işçinin bu yeterliliği kazanacağı kurumun parasını kimden aldığına bağlıdır. Eğitim ve sertifikasyonu sağlayan kurum, doğrudan ya da dolaylı olarak finansmanını hizmet verdiği çok tehlikeli işi yapan firmalardan sağlıyorsa bu sistem boş bir sertifikasyon, "dostlar alışverişte görsün eğitimi" olacaktır. Eğitim verecek olan firmalar, çok tehlikeli işler yapan firmalardan alınacak vergilerle kurulacak bir fondan beslenmeli ve düzenli olarak devlet tarafından eğitimin işlevselliği denetlenmelidir. Yapı denetim firmalarının alacağı iş güvenliği sorumluluğunun niteliği de yine yukarıda bahsettiğim finansman konusuyla ilgilidir.
Şantiye şefi olmak için gereken iş güvenliği uzmanı olma zorunluluğu (ki pakette "iş güvenliği uzmanlığı sertifikası alma zorunluluğu" olarak geçiyor maalesef) ise bilinç seviyesinin yükselmesi açısından anlamlı olabilir.
Ölümlü iş kazası olan işyerleri ile ilgili maddeler, paketin gerçekliğin ne kadar uzağında olduğunu anlatıyor. Bu hedef, tüm dünyada "kayıp zamanlı kaza" başlığıyla geçer. Yani ölünmesi gerekmez, işe devam edemeyecek şekilde yaralanmak yeterlidir. Bu hedef, bir yandan işçiyi ciddi yaralanmalardan korurken, diğer yandan firmaya, kaza nedeniyle kaybedeceği iş gücünden ötürü ekonomik kayıp bilinci de verir. Yaptırımlar kapsamında geçen prim artırımı ve kamu ihalelerinden men edilmek de paketin bu maddelerinin olumlu yanlarıdır. Ancak dediğim gibi hedef ölümlü kaza cinsinden değil, kayıp zamanlı kaza cinsinden konulmalıydı.
"Üretim zorlaması" ile ilgili maddelerin de maalesef içi boş. Günümüz ekonomik sisteminde tüm işletmeler, varolan verimliliklerini artırmak isterler. Bunun için gelişmiş ülkelerde ve modern üretim tesislerinde proses iyileştirmeleri hedeflenir. İşçinin sömürü oranını (*) artırmadan ve şartlarını kötüleştirmeden verimlilik artırılmaya çalışılır. Ancak pakette yer alan üretim zorlaması tabiri, herhangi bir iyileştirme yapılmaksızın işçinin üzerindeki yük ile ilgili olup işletmeleri işçinin şartlarını kötüleştirmeden iyileştirme yapmaya teşvik etmemekte, anlamsız ve uygulanamaz (işin doğasına aykırı olan) bir üretim zorlama yasağı koymaktadır.
Bunların dışındaki madenlerle ilgili maddelerde yer alan, devletin madeni modernize edip işletmeye fatura etmesi, küçük işletmelerin birleşme için teşvik edilmesi ve ruhsatlarla ilgili olan konular da ekonomik temeli olmayan, kriz (üretimin artırılmasına ihtiyaç duyulan) zamanlarda gevşetilecek maddelerdir.
Paket meslek hastalıkları ile ilgili herhangi bir madde içermemekte, bunların önemsenmediği anlaşılmaktadır.
En başta söylediğim gibi, tüm işletmelerin müşterilerinin tedarikçileri üzerinde iş güvenliği baskısı oluşturacağı ve bu işleri yapan firmaların vergilerinden oluşturulacak bir fon ile beslenen devlet denetiminde kontrol kuruluşlarının olacağı bir sistem kurmak gereklidir. Ürününün kullanıcısı hane halkı olan işletmelere iş güvenliği baskısı tüketici dernekleri yoluyla kurulmalı, devlet bu sivil toplum örgütlerini teşvik etmelidir. Prim yükseltme, kamu ihalelerinden men etme gibi yaptırımlar yerine kayıp zamanlı kaza oranı OECD ortalamasını aşan kuruluşları doğrudan kamulaştırma gündeme getirilmelidir. Bu kuruluşlar devletin elinde olduğu süre içinde, hedefleri devlet tarafından konulup finansmanı denetlenen birer işçi kooperatifi şeklinde işletilebilir. İşlevsel bir adım ancak bu şekilde atılabilirdi.

(*) Sömürü oranı = (birim işin satıldığı ücret - işçinin birim iş başına aldığı ücret)/(birim işin satıldığı ücret) * 100

30 Ekim 2014 Perşembe

Mücadeleyi Küreselleştirmek (2)

"Mücadeleyi Küreselleştirmek" başlıklı bir önceki yazıyı somutlaştırırsak aşağıdaki gibi bir dünya haritamız oluyor. Burada biz çalışanlara düşen konumlanma: 
1. Yeşil renkli ülkelerdeki direnişleri birbirlerine bağlamak,
2. Kırmızı renkli ülkelerdeki en alt tabaka gelir grubunu direnişe çağırmak,
3. Mavi renkli ülkelerde mümkün olduğunca halk desteği bulabilmek,
4. Sarı renkli ülkelerden emperyalist saldırı altında olanlarda merkezi hükümeti savunmak, saldırı altında olmayanlarda ise demokratik halk hareketlerinden yana olmaktır.
Bu şekilde dünya çapında etkili olunabileceği görüşündeyim. Yöntemleri tartışmaya devam edeceğiz.





28 Ekim 2014 Salı

Mücadeleyi Küreselleştirmek

Bir önceki Suriyeli Mülteciler yazısında yeni bir konunun kapısını aralamıştık: Emeğin küreselleşmesi. Bunu savunmamın nedeni, eşit işe eşit ücret prensibinden hareketle, aynı firmada çalışan iki kişinin aynı işi yapıyor olması halinde çalışanın, hangi ülke pasaportuna sahip olduğundan ya da etnik kökeninden bağımsız olarak aynı ücreti alması gerektiğiydi. Şimdi de tartışmayı derinleştirip emek ve demokrasi mücadelesinin de küreselleşmesini gündeme alacağız.
Dünya üzerinde kurulu ülkeleri bu amaç doğrultusunda kabaca dört ana grupta toplayabiliriz: 
1. Gelişmiş kapitalist ülkeler, 
2. Doğal zenginliğe dayalı ekonomisi olup kapitalist sistemde ağırlığı olan ülkeler, 
3. Kapitalist sisteme entegre olmuş ancak doğal kaynaklarının ve sermayesinin yetersizliği nedeniyle etkisi sınırlı olan ülkeler, 
4. Gelişmemiş ülkeler, yitik ülkeler ve diğerleri. 
Bu formülasyonu örneklendirecek olursak; birinci gruba ABD, İngiltere, Almanya gibi finans kapital gücüyle küresel etkisi olan ülkeler ile onlara üretim gücüyle destek olan İsveç, Japonya gibi çevre ülkeleri dahil edebiliriz. İkinci grup, Çin, Rusya ve körfez ülkelerinden oluşmaktadır ve sınıfsal anlamda en karışık grup olarak bu görünmektedir. Üçüncü grup ülkemizle birlikte zayıf ekonomili AB ülkelerini ve Brezilya, Arjantin, Güney Afrika gibi ülkeleri içerir. Son grupta Moğolistan, Vietnam, Haiti gibi fakir ülkeler, Suriye, Irak, Sierra Leone, Filistin gibi emperyalist saldırı ve iç savaş yıkımına uğramış yitik ülkeler ve sistem dışı Küba, Kuzey Kore gibi ülkeleri sayabiliriz.
Birinci gruptaki gelişmiş kapitalist ülkelerin çalışan sınıflarının bulunduğu durum, kendi ülkelerinin çevre ülkelere uyguladığı emperyalist saldırganlık ya da emperyalist ülkelerin zengin müttefiki olması nedeniyle kendilerine uygulanan sömürünün hafiflemiş olmasıdır. Bu nedenle o ülkelerin çalışan sınıflarında emperyalist saldırganlığı destekleme eğilimi vardır ve direniş dalgası, alt gelir seviyesindeki işçi sınıfı ile iş bulma umudunu yitirmiş işsiz kitlesinden doğmaktadır. Bu direnişlerdeki etnik etki ya da renk farkı etkisinin de temelde aynı denednen kaynaklandığını düşünüyorum. 
İkinci gruptaki doğal kaynaklara dayalı zenginliği olan ülkelerin bu zenginliği, kapitalist ekonomilerindeki çarpıklığın üstünü  örtmektedir. Sürdürülebilir olmayan bu durumu gizlemek için de bu ülkeler, demokratik muhalefet yollarını tıkamaktadırlar. Zenginliklerinin ve sosyal-sınıfsal yapılarının farklı oluşundan ötürü birbirlerinden çok farklı özellik gösteren bu ülkelerde direnişler de farklı karakterlerde oluyor.
Ülkemiz gibi üçüncü grup kabul edebileceğimiz ülkelerde ise, başta orta sınıf olmak üzere tüm çalışan sınıflarda oluşan direniş karakteri, dünya çapında en aktif olanı. Örneklerini Güney Afrika, Yunanistan ve Brezilya'da gözlemledik.
Dördüncü ve son gruptaki ülkeler ise, çoğunlukla sınıfsal temelli olmayan, ülkelerin yapısal sorunlarından doğan gerilimlerin ön planda olduğu ya da kapitalist sistemden kendini soyutlayarak korumaya almayı tercih etmiş ülkeler. Bu ülkelerde mevcut iktidar emperyalist saldırı altındaysa, kısa vadede merkezi yönetimi desteklemenin, orta vadede ise saldırı savuşturulduktan sonra iktidarın demokratik hakları genişletmesi için baskı altına alınması için çalışılmasının doğru olduğunu düşünüyorum (Suriye, Kuzey Kore, Küba gibi). Eğer herhangi bir emperyalist tehlike yoksa (iktidar batı güdümündeyse), merkezi iktidara muhalif ilerici demokratik güçlerin desteklenmesini doğru buluyorum.
Bu dört tip ülkede yeşeren ilerici, demokratik ve çalışan sınıflardan yana direnişlerin bir haberleşme ve dayanışma ağı ile birbirine bağlanması, birbirlerinden haberdar olmaları ve paralel eylemlerde bulunmaları gerektiğini düşünüyorum. Takip eden yazılarda yöntemleri de tartışacağız.       

16 Ekim 2014 Perşembe

Suriyeli Mülteciler

Blogumuzda işleme sırası gelen konulardan biri de Suriyeli Mülteciler konusu. Suriye'deki iç savaşın başlamasından sonra hükümetin aldığı tutum, topraklarımıza kontrolsüz bir şekilde Suriyeli Mülteci akmasına neden oldu. Bugün sayıları 2 milyona yaklaştığı söylenen mülteciler, yalnızca sosyal hayatı etkilemekle (ve Türkiye'deki hayattan etkilenmekle) kalmıyor, emek piyasasındaki dengeleri de değiştirme potansiyeli taşıyor.
Kapitalizmin en ileri aşaması olan emperyalizmin temel amaçlarından biri, serbest piyasa ekonomisine açık olmayan ülkeleri piyasaya açmaktır. Bu piyasaya açma işlemi, doğal kaynakların sömürülmesi (ederinden ucuza işgal eden ülke şirketleri tarafından işletilmesi), yabancı ürünlerin ülke içinde satılabilmesi ve ülke halkının ucuz işçilik yoluyla sömürülmesini içerir. Yaşadığımız durum ise, Suriye halkının anti-emperyalist mücadelesinin başarıya ulaşması sonucu, bir şekilde muhalifleri desteklemiş olan ve ucuz işçilik olarak görülen kitlenin ülkemize katılmasıdır. İlgili emek nitelikli emek olmayıp zaten ülkemizin işsizlikteki temel sorunu olan niteliksiz işsizler ordusuna yeni üyeler katılması anlamına gelmektedir. Ayrıca mültecilerin çalışma izninin de olmamasından ötürü bu işçileri çalıştırmayı tercih eden işveren, işlemin yasadışı olması nedeniyle yasal zorunlulukları da yerine getirmek zorunda kalmamakta, niteliksiz işçi pazarında avantajlı duruma geçmektedir. Bu durum, yerli niteliksiz işçilerin aleyhine bir durum oluşturur. Emek ücret dengesinde niteliksiz emeğin fiyatını düşürür, bu da işsizlik oranını artırarak asgari ücret ve yakın ücretlerin düşük seviyede tutulması baskısı oluşturur. Nitelikli emeğe sahip kişi sayısını artırma ihtiyacının daha hayati düzeyde hissedilmesine yol açar.
İnsanların etnik kökenleri, milliyetleri ve dini inançları aynı işi daha ucuza ya da pahalıya yapmaları konusunda ayırt edici olmamalıdır. Aynı firmada Türk pasaportuyla yaptığımız mühendisliğin yapılan işe ticari katkısı İngiliz pasaportu taşıyan kişinin yaptığı mühendisliğin katkısıyla aynıysa, ikimiz de aynı firmadan aynı ücreti almalıyız. Bu tutum, tüm çalışanların orta ve uzun vadede lehinedir ve emeğin küreselleşmesi yolunda atılması gereken adımların yolunu açar. Bu bağlamda bizler de Suriyeli Mültecilerin yukarıda anlatılan şekilde, kuralsız şekilde çalıştırılmasına karşı olmalı ama bunu yaparken asla etnik ayrımcı bir tutum benimsememeliyiz. Böyle bir tutum onları sokağa atacak, çok daha büyük sosyal sorunlara yol açacaktır.
Suriyeli Mültecilerin ülkelerine döneceklerini ya da ülkemizden ayrılacaklarını düşünmüyorum. Mevcut ortamda topluma entegre olabileceklerini de düşünmüyorum. Ancak en azından çalışma yaşamı ile ilgili düzenlemeler yoluyla emek pazarına kurallı bir şekilde katılmaları sağlanmalıdır. Bu adım, her zaman vurguladığım "ekonomiye emek ve vergiyle katılımın sosyal hayata da sağlıklı bir katılım biçimi olduğu" düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Haklarını korumak için kurulmuş ya da kurulacak olan sivil toplum örgütleriyle iletişim içinde olarak emek pazarına kurallı katılımları sürekli gündemde tutmalı, ilgili devlet mekanizmalarına baskı yapılmalı ve  ülkemizin sosyal hayatına entegre olmalarına yardımcı olmalıyız.    

2 Ekim 2014 Perşembe

Savaş, İsraf ve Sömürü

Orduya Irak ve Suriye'ye girme yetkisi veren tezkerenin meclisten mevcut haliyle geçmesiyle fiilen Suriye ile savaşa girdik diyebiliriz. Elbette konuyu çalışan sınıflar ve bölge halklarından taraf olarak inceleyeceğiz.
Bir ülke savaşa girdiğinde, bu savaşı finanse edebilmek için borçlanır. Ülkenin borçlanması demek, özellikle savaş koşullarında, bu borcu çevirebilmek için daha fazla vergi toplaması demektir. Borç yükü ister çalışan sınıfa ister işverenlere binsin, doğrudan ya da dolaylı yoldan -ya ücretler ya da tüketim mallarının fiyat artışıyla- çalışan sınıflara fatura edilir. Çalışan sınıflara fatura edilmesi demek aynı ücrete daha fazla saat çalışmamız demektir. Aynı maaşla daha az tüketim maddesi alabilmek demektir. Yönetici sınıflar, şovenizm yoluyla "bu bedelin ödenmek zorunda olan bir bedel olduğunu" bizlere kabul ettirmeye çalışırlar. Bazen vatan derler bazen teröre karşı savaş, hatta kendi yarattıkları terör örgütlerine karşı savaş görünümünde başka ülke topraklarına ve halkına karşı girişilen savaş olsa dahi. Ne olursa olsun dert anlatmaya çalıştıkları kesim biz oluruz, çünkü bedel ödeyecek olan bizizdir.
Savaşa girmek demek israf demektir. Asker sayısının artması, askerde olan kişilerin iş gücünde değerlendirilememesinden doğan bir israf yaratır. Ayrıca reel bir getirisi olmayan silah harcamaları, özellikle başka ülkelerin uydusu olan ülkelerde yurtdışına para akıtılması, yani borç alınan ülkeden bir de o parayla silah ve mühimmat alınması anlamına gelir. Peki ne pahasına?
Savaş olasılığı, çoğunlukla ekonomik kriz durumunda, sonrasında ya da kriz beklentisi arttığında ortaya çıkar. Pazar, hammadde ya da ucuz işgücü arayışı, kısacası savaş açılan bölge halklarının aleyhine olan herhangi bir ya da birkaç şey için savaşa girilir. Savaş açan ülkenin çalışanları vergiler, artan fiyatlar ve askerlik yoluyla bedel öderken, işgal edilen ülkenin halkı da savaşın şiddeti ve büsbütün yıkılmışlıkla bedel öderler. Bazen işgal eden emperyalist ülkelerin çalışanları, işgal edilen ülkelerin sömürülmesi yoluyla bazı ekonomik avantajlar elde etseler de, günümüzde görüyoruz ki o emperyalist ülkeler işgal ettikleri ülkelerin bataklarından çıkamamakta ve çalışanların kazandıkları bu avantajlar onlara daha fazla askeri harcamayı finanse etmek zorunda kalmak olarak geri dönmektedir.
Çalışanlar olarak almamız gereken tutum yönetici sınıfların şovenist tuzağına düşmeden bölgedeki şiddet ve sömürü ortamına karşı çıkmaktır. Bu karşı çıkış da gösterilen düşmanla beraber, onları destekleyen, arkalarındaki gerçek aktörlere karşı direnmektir. Örneğimizde seçilen kurban Suriye'dir. Suriye halkı ile dayanışma içinde olmalıyız.

22 Eylül 2014 Pazartesi

Eksen

Ülke iktidarı, her fırsatta kendi yanında olanları çeşitli yöntemlerle katı bir şekilde kendinden olmayanlara karşı birleştirirken, muhalefeti de büyük bir ustalıkla dağıtıyor. Muhalefette öylesine bir savrulma sözkonusu ki, tüm muhalif unsurlar birbirlerine karşı yedeklenebilmekte ve iktidar tarafından birbirlerine karşı kullanılabilmektedir. Ne zaman ülke genelinde bir muhalefet dalgası oluşsa, kökleri en derinlere inen doğu-batı muhalefetleri birbirlerine karşı yedeklenmekte, bazen sol ötekileştirilmekte, bazen de başka kesimler aslında savunmadıkları görüşler üzerinden yerden yere vurulmakta, medya tarafından en hafif tabiriyle itibarsızlaştırılmaktadır.
Çalışanlar lehine bu dengeyi bozmak, bu kısır döngüden çıkmak zorundayız. Çalışanların bugün elini kolunu bağlayan sosyal olmaktan hızla uzaklaşan devlet, bireyi değersizleştiren, umutsuzluk ve korku aşılayarak dayanışma ruhunu yok eden otoriter iktidar, kadınların sosyal hayattan dışlanması için oluşturulan toplum değerleri ve aile olmayanı, önüne konulanı kabullenmeyeni ve kısacası farklı olanı dışlayan tutuculuk değil midir? İşte ekseni, yani ortak mücadele cephesini buna karşı kurmalıyız. Mevcut koşullarda ancak laiklik ekseninde bir araya gelebiliriz, tabii ki başta doğuştan getirilen özelliklere olmak üzere tüm farklılıklara saygı duyan ve eşitliğini tanıyan demokratik bir yapıyla.
Eksen demek, cephe demek ortak paydada aynı safta yer almak olmalı. Elbette kişisel tarihimizden, sınıfsal konumumuzdan, yaşadığımız, yetiştiğimiz çevreden, doğuştan getirdiğimiz farklılıklarımız vardır. Aynı dili dahi konuşmuyor olabiliriz ama sevelim ya da sevmeyelim, aynı mücadele eksenindeyiz. Artık bu birbirimize karşı yedeklenme oyunu bozulmalı.
Bunun için şartlar var ve zor. Kişisel görüşüm, öncelikle çeşitli STK ve partilerden oluşan ve ortak, eşit katkı verdikleri bir merkez hareket takımı kurulmalı. Tüm bileşenler laiklik ekseninde bir araya gelmişken, tüm eylemlerini bu amaçla yapmalı ve buna yönelik söylemlerle duyurmalı.  Bu merkez bir parti gibi karar almada esnek olurken, tüm bileşenlerce kolaylıkla denetlenebilir şeffaflıkta olmalı ki elimizdeki teknolojik yetkinliğin buna el verdiğini düşünüyorum. Bu eksen tüm ülkede, en küçük köy ve kasabaya kadar yukarıda bahsettiğim tutuculuğun dışladığı herkese ulaşabilmeli ya da o ulaşılmaya muhtaç kişiye umut olmalı. Her kim dışlanıyorsa onun kutup yıldızı, o kendisini boğan karanlıkta, o kendisini dibe çeken bataklıkta gördüğü en parlak ışık bu eksenin kendisi olmalıdır.
Azınlık olduğumuzun bilincinde olmalıyız, seçimleri falan unutalım. Fiziksel güç yok, destekleyen finans - kapital ağı yok, iletişim imkanları kısıtlı ve her şeyden önemlisi umutsuzluk alıp yürümüş durumda. Ama bizler varız ve varolduğumuz sürece, doğru yaşadığımızın sımsıkı bilincinde olarak, elimizden geleni yapmalıyız.

7 Eylül 2014 Pazar

İş Kazalarının Önlenmesinde Müşteri Etkisi

Soma sonrası da benzer bir yazımız olmuştu. Dün gerçekleşen, eski Ali Sami Yen stad arazisine yapılmakta olan Torunlar'a ait şantiyede gerçekleşen ve 10 işçinin ölümü ile sonuçlanan olay sonrası, konuyu yine aynı perspektiften, ancak bu sefer müşteri niteliğinin farklılığından ötürü farklı bir çözümleme ile ele alıyoruz.
Bu sefer bir inşaat firması söz konusu ve pratikte gerçekleştirdiği projeyi, parçalayarak son kullanıcıya satıyor. Dolayısıyla Soma'daki gibi müşterisi tek ya da çok da olsa büyük değil, küçük yatırımcılar ve son kullanıcılar (hane halkı). Soma ile ilgili konum alırken demiştik ki: sistem rekabet koşulları tarafından zorlandığında, önce çevre gerekliliklerinden, sonra da insan sağlığından ödün verilir. Benzer bir konumu kadın konulu yazılarımda da almaktayım bildiğiniz gibi; yalnızca kadın sayısını baz alan uygulamalarda kriz anında her türlü pozitif ayrımcı düzenlemeden vazgeçilecektir.
Burada da konum değiştirmeyeceğiz. Sistem içinde birisi bir ürünü birisine satıyorsa çevre, iş güvenliği ya da mübadelenin aşamadığı diğer sorunlar ancak bu alışveriş ilişkisi içinde yer bularak çözülebilir. Bu da ancak müşteri talebi ile mümkündür. Çevre ve iş güvenliği konusundaki baskı, atık yönetimi, kazasız çalışma gibi kurallar, tıpkı büyük tesis projelerinde olduğu gibi, ancak müşterinin bu konuda koyacağı kurallar ile uygulanabilir. Örneğimizdeki durum, bunun belki de uygulaması en zor olduğundan tartışmaya açık. Benim çözüme yönelik sistem içi önerim, devletin tüketici derneklerini gerekli uzmanlıkların alınması sonrası denetçi tayin ederek bu inşaatların denetlenmesini sağlaması ve hedeflerin tutturulamadığı durumlarda doğrudan, satışı olumsuz yönde etkileyecek tedbirler (devletin ek vergi almak suretiyle dairenin fiyatının eşdeğerlerinin üzerine çıkmasına neden olması gibi) almasıdır. Bu da ancak işçiden yana politikalarla mümkün elbet.
Toplumcu bir sistemde ise, serbest piyasa ekonomisindeki tüketici derneğinin yerini işçi temsilcisi olan sendika almalı ve projeyi durdurma yetkisi bulunmalıdır. Sistemde zaten dairelerin satılması diye bir konu olmayacağından, önlemlerin alınmayışının nedeni maliyet baskısından çok organizasyon hatası olabilir ki böyle bir durumda ilgili firmanın sistem içinde elenmesi beklenir. Şeffaflık konusu bu bağlamda kritiktir.
İş kazaları ve tedbirler konusunu sürekli olarak gündemde tutmalıyız. Gündemde tutabildiğimiz, gündemi belirleyebildiğimiz sürece etkili olduğumuzu gezi parkı - haziran direnişinde öğrendik, unutmayalım.

31 Ağustos 2014 Pazar

Fayton Davası

Son günlerde alternatif gündeme oturan bir konuyu, faytonlar sorununu değerlendirmek istedim. Tabii blog konseptimiz gereği konuyu, "hayvan emeğinin sömürülmesi" kapsamında inceleyeceğiz.
Başta hayvancılık olmak üzere tarımdan turizme bir çok alanda hayvanların endüstriyel amaçlı kullanımına tanık oluyoruz. Hayvan evcilleştirmesinin temel amacı olan bu durum, 20. yüzyılda herhangi bir engel ya da baskıyla karşılaşmadan sürdü. Ancak 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyılda artık "gezegeni tüketmekte olduğumuz" gerçeğinin de anlaşılmasıyla, endüstriyel amaçlı kullanılan hayvanların hakları da gündeme oturdu.
Bu noktada fayon konusuna gelirsek önemli bir ayrım var. Fayton, atların turizm amaçlı kullanımı olup hayvanın fiziksel gücünden yararlanılan bir alan. Sorulması gereken soru şu: Bu atların varoluş (yetiştiriliş) nedeni fayton mudur ve eğer öyleyse, görece keyfi ve turistik getirisi tartışmalı olan uygulamanın sona erdirilmesi durumunda atların akıbeti ne olacaktır? Bugün faytonun yasaklanması halinde atların, yeni kullanım alanlarında daha az sömürüleceğini düşünmüyorum. Ayrıca kayıtdışı et üretiminin yaygınlığına bağlı olarak farklı bir sonla karşılaşmaları da olası.
Değerlendirmemin sonucunda önerebileceğim çözüm, faytonlar için bir son tarih konulmasıdır. Atların bu amaçla nasıl yetiştirildiği konusunda bilgi sahibi olmadığım için tarih önerim gerçekçi olmayabilir ama, örneğin "1 Ocak 2016 itibariyle fayton yasaklanacaktır." gibi bugünden 1,5 yıl sonrasına bir son tarih atanırsa, atların bu amaçla üretilip yetiştirilmesinin de önüne geçilebileceğini düşünüyorum. Benzer çözümü, Katalunya'da boğa güreşlerinin yasaklanmasında da uygulamışlardı. Normalde varolmayıp sırf belirli endüstriyel amaçlarla üretilen tüm hayvanların benzer şekilde kullanılmasının yasaklanması istendiğinde, önerilmesi gereken yöntemin bu olması gerektiği görüşündeyim.  

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Örgütlenememek ya da Haziran Direnişi'nin Ruhu

Sanırım durumun ne kadar kötü olduğunu anlatmaya gerek yok. Son zamanlardaki tek olumlu gelişme olan Gezi Parkı - Haziran Direnişi'nin neden bir adım ve bir kaç adım ileri götürülemediğini tartışmanın da tam zamanı olduğu görüşündeyim.
Haziran Direnişi sırasında "penguen medyası" dediğimiz yayın kuruluşlarının önce tüm olayları görmezden geldiğini, sonra da yaptıkları "bayraksız - flamasız gösteri yapan gençler" vurgusunu hatırlarsınız. Direnişin ilk günlerinde kamera çevirmeye tenezzül etmeyen bu kuruluşlar, reislerinin gündem belirleme aczine düştüğünü gözyaşları içinde kabul ederek yayın yapmak zorunda kalmışlardı. O kadar uzaktan, o kadar uzaktan değerlendirdiler ki konuyu, ne bayrak gördüler ne de flama. Oysa penguenleri inceledikleri kadar yakından inceleselerdi örgütlü örgütsüz herkesin elindeki bayrakları ve flamaları görecek ve göstereceklerdi.
Şüphesiz ki bu bilinçli bir tavırdı. Nedeni ise, o kadar farklı örgütün ve örgütsüzün bir araya belirli nedenlerle gelmiş olduğunu göstermemekti. Çünkü Haziran Direnşi bir "cepheydi".
Nasıl bir cepheydi? Önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, direniş asla ülkede çoğunluk olduklarını iddia etmedi. Konu, sadece yaşam alanlarına iktidar müdahalesinin sınırlanması, farklı yaşam biçimlerine saygı gösterilmesi, tanınması ve doğa düşmanlığından vazgeçilmesiydi. İşte bunun cephesiydi Haziran Direnişi. Bunun ötesindeki girişimlerin tümü başarısız oldu, cepheyi böldü. En tipik yansıması da direnişi sürdürmek isteyen park forumlarındaki "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganına karşı atılan "Mustafa Keser'in askerleriyiz" sloganıydı.
İşte bu cephede yer alan herkesin kendi bayrağı, bayraklaşmış fikirleri vardı. Bunların olması cepheyi bölmüyordu ama direnenler o cepheyi oluşturan ortak nedenlerle direniyordu ve o nedenlerle oradaydılar. Park forumlarına geçildiğinde ise artık örgütlerin iktidar fikirleri kürsüdeydi. Bu fikirlerin hiçbiri diğerleri üzerinde egemenlik sağlayamadığından ayrışmalara neden oldu, ortak direniş nedenleri unutuldu ve cephe yitirildi.
Bugünkü mevcut parti ve örgütlerin bu direniş cephesindekleri örgütleyemeyişinin ve hatta en sağlam olanlarının bölünmesinin altında da yine aynı iktidar fikrinin kabul görmemesinin yattığını düşünüyorum. Direniş cephesini yeniden kurup örgütleyebilecek olan örgütün ya da partinin de, direnişin temel değerlerini katı bir şekilde sahiplenip iktidar fikrini tabanda tartışmaya açabilecek kadar esnek, bu esneklikte dağılmayacak kadar da felsefi - ideolojik temeli güçlü olan olacağını düşünüyorum. Düşünmekle kalmıyor, arıyorum da.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Oyu Değil İşlevi!

Önemli konuların seçim gündeminde kaybolup gitmesini istemediğimden seçim sürecinde yazmamıştım, ancak seçim bitse de atmosferinden kurtulabilmek mümkün değil. Bu yazıdaki konumuz da CHP, parti dışından biri olarak görüşlerimi belirteyim.
Parti olduğunuz zaman, diğerlerinden ayrılmak için parti olmuşsunuzdur. Farklı olduğunuzdan bir araya gelmişsinizdir, belirli bir amacınız vardır ve belirli bir felsefi - ideolojik temele dayanırsınız. Bu felsefi ve ideolojik temel size bir vizyon kazandırır, örgütlenme biçiminiz ve kadrolarınız buna göre gelişir.
CHP özeline gelirsek, partinin kuruluş amacı, malumunuz Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ve dönemin kalkınma modellerine uygun olarak kalkındırılmasıydı. Zaman içinde parti elbette değişen koşullarla farklı konumlar aldı ama kurduğu cumhuriyetin temellerine bağlı olmak ve o cumhuriyeti savunmak en önemli tarihsel görevi olarak varlığını sürdürdü.
İçinde bulunduğumuz durumda ise, yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü savunma konumunda olan parti, sürekli ana muhalefet partisi olup kısa vadede iktidar olma şansı olmayışını halkın çoğunluğuna uzak olmasına bağladı. Bunu aşabilmek için de "oyunu istediklerime ne kadar benzersem o kadar oy alma şansım olur" davranışını benimsedi. Kesinlikle hatalı ve kolaycı bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Partinin görevi oy oranını artırmak değildir. Yukarıda belirttiğim gibi parti, belirli bir felsefi - ideolojik temele dayanır ve "tabanını" genişletmeye çalışmalıdır. Tabanını genişletmek demek de farklı olan sana, senin gibi olmayanın gelip bir nedenle katılması demektir. Yani oy alamadığın, örgütleyemediğin kitleyi sana katılmaya ikna etmek demektir, üstlerine "çatı" koymak değil.
Bir nedenle katılması ama hangi nedenle?
"İnsanlık, önüne yalnız çözebileceği sorunları koyar." K. Marx
Önemli olan, partinin oturduğu felsefi ve ideolojik temeli, çağın koşullarına göre tekrar yorumlayarak, günümüzdeki sorunları çözümlemek ve ortaya konulan bu sorunları çözebileceğine halkı ikna etmektir. Halkı ikna etmek, bire bir haklı olduğunu kabul ettirmek olabileceği gibi, bir çelişki gösterip karşı cepheyi bölmek suretiyle de olabilir.
Sayı önemli ama her şey değil. Az milletvekiliyle de az seçmenle de etkili muhalefet yapılabilir. Yeter ki bir araya gelen bu kitle, bir araya geliş nedenine sıkı sıkıya bağlı olsun ve bu yolda çalışsın. Seçmen sayısını değerlerden ödün vererek artırmaya çalışmak, partinin bir bölümünün mücadeleye yabancılaşmasına ve olası başarısızlık durumunda "biz demiştik" yaklaşımına neden olabilir. "Biz demiştik" tarafı hizip gibi görünse de, parti olma özelliğini yitirmiş bir kitlede doğal olarak oluşmuş tepki organıdır artık. Oy oranı %45'e bile çıkartılabilir, ama bunun için öyle dengeler gözeterek partiyi öyle heterojenleştirmişsindir ki attığın her adım partiyi sarsar.
Kısa vadeli oy hesaplarından sıyrılıp, partinin ideolojisinin çağın sorunlarını çözmede başarılı olup olmadığını, eğer başarılıysa ya da başarılı hale getirildiğinde halkın katılımının nasıl sağlanacağını tartışmanın zamanıdır.

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Demokratik Muhalefet ve Sandık Muhalefeti

Bir hareketin demokratik olması halkın katılımıyla olur. Demokrasi dediğimiz şeyin orijinali zaten her şeyin halka sorulması, tüm kararların tartışarak ve sonrasında oylanarak alınmasıdır. Günümüzde, devletlerin büyüklüğü, karar almada yüksek hız gerekliliği gibi nedenlerle demokrasi idealinden sapar ama temelinde yatan mantık aynı olmalıdır.
Her şey, kendi karşıtını kendisinden yaratır, iktidar da öyle. Muhalefet de iktidarın yarattığı muhalefettir. İktidar her türlü Ortadoğu özelliklerini gösterirken muhalefetin Norveçli sosyaldemokratlar gibi davranması beklenemez. Pekiyi bu karşıtlık, tarihsel süreçte hangi durumda bir ilerlemeyi getirir? Elbette varolan çelişkilerin çatışma ya da uzlaşma yoluyla aşılmasıyla.
Şimdi iktidarı varsayılan kabul edip muhalefete dönelim. Günümüz muhalefeti zayıf olduğundan (karşılaşılan çelişkileri çözücü formüller bulamadığından) muhalefet içinde kendi karşıtını da yaratıyor ve iç çatışma ortamı oluşturuyor. İşte, ayrım burada ortaya çıkıyor: İktidar partisi olup sistemi 2002 öncesine geri yüklemek isteyen sandık muhalefeti ve Gezi Parkı - Haziran Direnişi'nde olduğu gibi iktidar hedefinden bağımsız olarak, ne kadar az sayıda olursa olsun kendine ait özgürlük alanını savunan demokratik muhalefet. Bu demokratik muhalefete iktidarın tepkisi şudur, iktidar basınında okuyabilirsiniz: "Muhtaç olduğu çoğunluğun hatırı için kendi bazı özgürlüklerinden gönüllü olarak vazgeçmesi gereken kitle." Demokratik muhalefetin hedefi bu düşüncedir, iktidar değil.
Bugün,  Gezi Parkı - Haziran Direnişi'nin bir yıl sonrasında direnişte savrulmalar görüyoruz. Yukarıda yazdığım özgürlük alan savunmasını terkedip umudu sandıkta aramak, çatı adaylarda aramak, düşülen en büyük yanılgıdır. Sandık, muhalefetin merkezine konmamalı. Asla daha kalabalık değiliz, olmayacağız da. Ama kimsenin "değerleri" için metroda öpüşmekten, sokakta, meydanda yürümekten vazgeçmeyeceğiz.
Bugün bence demokratik muhalefet olarak yapmamız gereken, muhalif üretim yapmaktır. Zaman yok evet. Bir gecede en iyi ihtimalle 2 saat kendime ayırabiliyorum ve haftada toplam 6-7 saat. Çalışkan değil sorumlu ve verimli olmalıyız. Dar zamanımızda yapabileceğimiz en verimli demokratik katılımı yapmalıyız yapacağımız üretimle. Bu üretim yazı yazmak, konuşmak, film çekmek, şarkı yazmak, müzik çalmak, elimizden ne gelebiliyorsa o olmalıdır ilk etapta. Örgütsüz işe yaramaz mı? Gezi Parkı - Haziran Direnişi de örgütlenemedi, bu yeni muhalefet biçiminin eski örgüt yapısıyla kapsanamadığı açık. Demokratik üretimin bir ayağı da bu sorunun yanıtını bulmaktır.
Sorulacak soru şu: "Bugün hepimiz için ne yaptın?"

10 Temmuz 2014 Perşembe

Erkek Egemenliği ve Kadın-Erkek Eşitliği

20 Ocak 2014 tarihinde yine bu blogda yazdığım pozitif ayrımcılık ile ilgili, pozitif ayrımcılık karşıtı görüşlerimi belirtmiştim. Bu görüşümü, "kadınları pozitif ayrımcılık yoluyla önemli yerlere (lütfedip) getiren değil, kadınların, kendi güçleriyle önemli yerlere gelebilecekleri sistemler yaratmalıyız." cümlesiyle fomülize etmiştim. Bu yazıda da, problemin tarihsel kökenlerini ele almak, günümüzdeki yansımalarını tartışmak ve aşmanın yollarını sorgulamak (sorgulamaya başlamak) istedim. Bu noktada, Britanyalı arkeolog tarihçi Neil Faulkner'in Yordam Yayınları'ndan çıkan Marksist Dünya Tarihi adlı kitabından bir bölümle giriş yapmak istiyorum:

"(...)Yeni teknikler, toplumsal değişimi getirdi. erken Neolitik dönemin düşük teknoloji ekonomisi, uzmanlaşmış emeği gerektirmiyordu: üretime herkes katılıyordu. Geç neolitik dönemin, Kalkolitik  dönemin ve tunç devrinin ileri teknoloji dünyası, çeşitli uzmanların varlığına bağımlıydı. (...)
(...) [teknolojinin ilerlemesiyle] Cinsler arasındaki ilişkiler de değişti. Toplumsal grupların varlıklarını sürdürüp refaha ermeleri, ekonomik işler için ergen ve genç nüfusun sürekliliğini gerektiriyordu. Genç kadınlar, bunu sağlamak için ve yüksek  ölüm oranları nedeniyle, hayatlarının büyük kısmını ya hamile ya da bebek emziriyor olarak geçiriyorlardı. Ama Paleolitik dönem toplayıcılığını ve erken neolitik dönem çapacılığını çocuk bakımıyla birlikte götürmek mümkünken, geç neolitik dönem toprak sürme işinde bu mümkün değildi. Avcı-toplayıcı ve ilk çifçi topluluklarda kadınlar farklı işler yapıyorlardı ama erkeklerle aynı statüye sahiptiler. (...)
Geç neolitik dönem erkeğin dünyasıydı. Hayvan otlatma, toprağı sürme, uzun mesafeli ticaret ve gezgin zanaatkarlığı, çocukları yanında taşıyarak yapılamazdı. Saban, kağnı ve demir dövme, erkek egemenliğinin toplumsal ön koşullarını hazırladı."

Değerlendirmede de görülebileceği gibi, kadının toplumdaki konumunun yüksek ya da düşük olması toplumdaki üretime katılım düzeyiyle ilgilidir. Üretime kattığı değerin yüksek, erkekle eşit olduğu durumlarda toplumsal konumu da eşit olmaktaydı. Hatta avcı-toplayıcı dönemin eşit değerde emeğe sahip yerleşik (av için yerini terketmeyen) bireyi olarak anaerkil bir toplum yapısının oluştuğu da bilinmektedir.
Buradan hareketle temel materyalist görüşün, benim pozitif ayrımcılık karşıtı görüşümü desteklediğini düşünüyorum. Toplumsal üretime olan katkı oranının yükselmesinin, bunu sağlayacak bir sistemin kurulması şartıyla, kadının toplumdaki konumunu da yükselteceği görüşündeyim. Kadınların erkeklerle eşit değerde emek sahibi olmasının ise idealde toplumun çalışabilen tüm bireylerinin toplumsal üretime en verimli şekilde katılmasına ve günlük çalışma süremizden yaşam standardımıza her alanda olumlu etkisinin olacağına inanıyorum. En azından sorunun kökeninin üretime olan katkı olduğunu kabullenmek bile çözüm yolunda doğru reçeteye yönelmek olacağından önyargıları bir yana bırakarak kadınların toplumsal konumunu "farklı türde iş, eşit değerde emek" şiarıyla olması gereken noktaya getirebileceğimizi düşünüyorum.


Tartışmaya devam edeceğiz,

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Hepimizin Osmanlı Torunu Olması ve Enternasyonalizm

Ramazan'ın da gelmesiyle birlikte klasik muhafazakarlığa dönüş başladı. Her seneki zenginlerin fakirliğe övgüsüne ek olarak, tıpkı Bursa'ya yapılan, eskiden olmayan ama her nasıl oluyorsa nostaljik olan o tramvay gibi kimsenin bilmediği oyunlar, yüzyıllardır oynanan Osmanlı oyunu diye kanallarda dönmeye başladı. İşte bunlar, çalışan sınıflar üzerine oynanan oyunlardır arkadaşlar.
Neyse blog ciddiyetine dönelim. Sürekli olarak dillendirilen bir ifade var: "Hepimiz Osmanlı Torunuyuz" Doğru, hepimiz gerçekten de Osmanlı torunuyuz. 600 yıl bu topraklarda belirli bir devlet kültürünü yaşatmış olan Osmanlı İmparatorluğu, bugünkü bizi biz yapan kültür birikimimizi ayakta tutan iki kolondan biridir. Diğeri, cumhuriyetçi modernleşmedir. Bu iki temele dair eleştirilerimiz ve karşı duruşumuz da onlar varolduğu için varolduğundan cumhuriyetin çocuğu, Osmanlı'nın torunuyuz derim.
"Uyuşmazlıkları giderebiliriz, çelişkiler kalıcıdır." V.İ. Lenin
Gelgelelim birisinin torunu olmak bizim soyumuzu belirlerken yaşamsal çelişkilerimizi yadsımaz. Osmanlı toplumunun iç çelişkileri şekil değiştirerek cumhuriyet dönemine de yansımıştır. Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki yerli burjuva yaratma arzusu, paralelinde bunun yaratacağı çelişkileri gizlemek isteyen "ırksız, ınıfsız kaynaşmış kitle" vurgusu ve başarısızlık sonrası patlayan 6-7 Eylül tüm bu çelişkilerin farkına varılmasının, çözülmeye çalışılmasının ve başarısızlık sonrası yeni bir yola (ABD mütteefiği bir Ortadoğu ülkesi) girilmesinin özeti.


Nihayetinde bizi biz yapan değerler tarihsel kökenlerimizden ve çelişkilerimizden temelleniyor. Daha önceki yazılarda bahsettiğim "emeğin küreselleşmesi" olgusunu tartışacaksak, bu enternasyonalizmi yerel temelleri yadsıyarak değil o temellerin üstüne inşa edebileceğimizi düşünüyorum. Bunun somutlaştırılmasını sonraki yazılarda yapacağız.

21 Haziran 2014 Cumartesi

Onca kişiye iş veren kişi olarak devlet

Bir önceki "sermayedara minnet" konulu yazıma en kritik eleştiri devlet teşebbüsü ve KİT konularından geldi. Öylesine haklı bir eleştiri ki böyle uzun sürdü konuya değinmem.
Gerçekten de cumhuriyetin tek parti dönemi kalkınma modelinde (solidarist korporatizm) belirli bölgeleri sanayi ve istihdam alanında geliştirmek amaçlanmıştı ve bu amaçla, bazen sırf bölge halkını istihdam edip ekonomiyi canlandırmak için fabrikalar kurulmuştu. Bu durum, bir önceki yazımızda değindiğimiz, sermayedarı yatırım yapmaya iten nedenlerin dışına çıkıyor. Yazıda, konunun kapitalizmle ilgisinin olmadığını göstermek için hayvanlar aleminden örnek verme ukalalığını yapmış da olsam, eleştirinin hakkını vermek zorundayım. Ancak bu cumhuriyet atılımı, bir yarı-kararlı denge durumudur. İzmir İktisat Kongre arşivleri dahil, neredeyse tüm ilgili kaynaklarda bu hareketin, sanayileşememiş bir ülkeyi hızlandırılmış biçimde sanayileştirme amacı güttüğünü okuyabiliriz. Aynı şekilde 1930'ların sanayileşememiş ya da sömürgelikten yeni kurtulan ülkelerinde de paralel durumları gözlemleyebiliyoruz. Dolayısıyla bu tip devlet yatırım modeli, aslında daha sonra vazgeçileceği tasarlanmış bir model.
Gelelim çalışanlar cephesine. Fabrikanın kuruluş amacı bölge halkının istihdam edilip ekonomik ve kültürel seviyesinin artırılması olunca, varoluşsal problemler yine sermayedar olan devlet tarafından rafa kaldırılıyor, özlük hakları ve gelir bakımından bu işletmelerin çalışanları, özel sektör karşılıklarına göre ziyadesiyle önde oluyorlar. Bu durum, beklendiği biçimde kamu işçilerinde kendi sermayedarı olan devlete karşı bir minnete dönüşmüştür. Konuda garipsenecek bir durum yoktur ve bir önceki yazımda kurduğum denklemi sağlamamasının nedeni, işletmenin kuruluş amacının yine o denklem girdilerinin dışında oluşundandır. Sistem denge durumuna geldikçe işletmelerin kendisini denkleme doğru çekecektir (kapitalistse kapatacak ya da özelleştirecek, sosyalistse kapatacak ya da bölmek, taşımak, küçültmek gibi verim artırıcı tedbirer alacaktır).
Son analizde, kamu işçisinin kendisini memur gibi görüp devlete minnet duyması normal olup temel çelişki sistemle çalıştığı işletmenin varoluş nedenleri arasındadır. Yıllarca ülkemizde kamu ve özel sektör çalışanlarının sınıfsal dayanışması birbirine karşı yedeklendi ve birlik sağlanması engellendi. Çözülmesi gereken konulardan biri bu. Bir diğeri de bir önceki yazıda değindiğim emeğin küreselleşmesi. İki konumuz oldu, devam edeceğiz.

30 Mayıs 2014 Cuma

Birisinin onca kişiye iş vermesi olayı

İlginç bir konuya değineceğiz. Sık sık karşılaştığımız bir yaklaşımdır; sevilen bir firma sahibi vardır, en önemli sevgi tanımı da kaç kişiye iş verdiğidir. Böyle bir şeyin olmadığını düşünüyorum.
Talebin yarattığı arz gereği arz edecek olan oyuncu piyasaya girer. Ekmek lazımsa birileri ekmek yapacaktır. Kimse ekmek yapmak istemiyorsa birisi piyasaya dışarıdan ekmek getirecektir ya da ekmeğin fiyatı öyle artacaktır ki o ekmek yapmak istemeyenlerden biri ekmek yapma konusunda ikna olacaktır. Özel teşebbüs gerekiyorsa yukarıdaki gibi olur, devlet teşebbüsü gerekiyorsa devlet bu boşluğu yine piyasanın tetiklemesi nedeniyle doldurmak zorunda kalır. Bir aslan ailesinin de mevcudu artarsa, avcılıkla geçindiklerinden (ilkel komünal toplumun avcı-toplayıcılık döneminde olduğu gibi), üretimde bulunamazlar ve varolanı artırma yoluna giderler. Savanada hakim oldukları araziyi büyütmek zorunda kalırlar. Yani konu, ekonomik sistemden de bağımsız.
Dolayısıyla olay, arzın doğurduğu talebin karşılanması. Kapitalist bir ekonomi içinde bulunduğumuzdan çoğu sektör zamanla oligopole (*) evrilmiş. Birkaç büyük şirket kendisine ait pazar payını almış ve "kafa kesen rekabet" dediğimiz birbirini batıracak hamleler yapmamaktadırlar. Bu şirketler de bu işi yapmak için emek pazarında, denge fiyatında emek bulmak ve kullanmak zorundalar. O firma sahibini o işi yapmaya götüren nedenler talebin doğurduğu nedenler olduğundan ve firma sahibinin bireysel kararlarıyla bu talep değişmeyeceğinden birisinin onca kişiye iş veriyor olması diye bir durum bulunmamakta. Firma sahibi sektörden çekilip daha az istihdam sağlayacak bir sektöre yönelirse, onun çekildiği yeri dolduracak şekilde diğer firmalar genişleyecek ya da yeni oyuncular katılacaktır. Burada bir olasılık, kimsenin katılmaması ve ürünün ithal edilmesi (ya da hizmetin yurtdışından sağlanması) olabilir, bu durum da denge durumu değildir. Çünkü talebi karşılamak için piyasada gerçekleşen bu dönüşüm fiyatı artıracağından pastanın kalan kısmı yine yeni oyuncu ya da olan firmaların genişlemesi ile kapatılacaktır.
Son analizde hiç bir firma sahibinin istihdam sağlayan sektöre istihdam sağlamak için yönelmemekte olduğunu, bilgi ve tecrübe birikimi, kaynakalara olan ulaşabilirlikve sermaye artırımı koşullarını optimize eden sektöre yönelmeyi seçtiğini belirtmek isterim. Yazıdaki analizlerde ülke sınırlarını varsayılan kabul ettim. Küreselleşen dünyada taleple beraber arz da küreselleştiğinden piyasa fiyat dengesi gereği firmalar ülkeden çıkıp sisteme arzı emeğin daha ucuz olduğu yerlerde yapmayı tercih edebilirler. Bu da kar optimizasyonu ile verilen bir karardır, onca kişiye iş veren firma sahibi "bu sefer de Çinliler sevinsin" diyerek yapmamaktadır bunu. Bu davranışın sonucu istihdamın emeğin ucuz olduğu ülkelere kayması ya da diğer ülkelerde emeğin ucuzlaması olacağından konu siyasidir. Benim düşüncem, bu konuda çalışanların takınması gereken tavrın, emeğin küreselleşmesinin desteklenmesi yönünde olması gerektiğidir. Bu konuya da başka bir yazıda değinirim. Bu yazıda tartışılanlarla ilgili başta ekonomistler olmak üzere ilgilenen herkesin eleştirerek katkıda bulunması dileğiyle hoşça kalın!    


* Oligopol: Birkaç şirketin piyasaya hakim olması durumu

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Siyah üzerine beyaz yazacağız

Ekonomisi ucuz işgücüne dayanarak rekabetçi olabilen ve aynı zamanda hükümeti serbest seçimlerle başa gelen az sayıda ülkeden biriyiz. Son olarak Soma'da yaşadığımız facia, bu şekildeki rekabetin gelebileceği noktaları bize gösterdi. Soma'da kaybettiğimiz arkadaşlarımızla beraber kaybettiğimiz tüm arkadaşlarımız anısına bundan sonra siyah üzerine beyaz yazacağız. Yazacağız ki her okuyuşumuzda anılarını hatırlayalım, yazdığımız her beyaz karakter yenilerinin yaşanmaması için umut olsun.
Tarihsel süreç, yaşanan her olumsuzlukla beraber ilerleme olanağı sunan çelişkileri görünür kılar (günlük hayatta bunu belirtmek için kısaca "her işte bir hayır vardır" deriz). Son yaşanan felaketin de nesnel nedenlerinin ortaya konması, şeffaf bir yargılamayla tüm sorumlularının (gerçek ve tüzel kişilikler) hesap vermesi elbette ideal olandır. Ancak böyle olmayacak. Çünkü 24 Ocak 1980 kararlarından bu yana ülke, rekabet gücünü ucuz işçiliğe dayamıştır. Yaşanan olaydaki tüm ihmallerin temelinde, rekabet koşulları tarafından zorlanan sistemin, sırasıyla önce çevre gerekliliklerinden, sonra da insan sağlığından ödün vermesi yatmaktadır. Olaydan ne kadar ders alınırsa alınsın, piyasadaki pazar payı artarken ya da korunurken tüm önlemler en iyi şekilde uygulanacak olup yaşanacak ilk krizde ödün vermeler başlayacaktır. Nesnel koşullar maalesef bunu getirmektedir.
İşte bu kısır döngüyü aşmanın bana göre en uygun yolu, ucuz iş gücü politikasının -belki başlangıç aşamasında belirli sektörlerde- terk edilmesi, rekabetçilik baskısının teknolojik gelişim yönünde olmasının sağlanmasıdır. Sektörel asgari ücret, iyi denetlenen ve verimliliği devlet tarafından şeffaf bir şekilde sorgulanan üniversite destekli Ar-Ge teşvik politikalarının bu yönde başarılı olacağını düşünüyorum.
Elbette engeller büyük, ama engel kalktıktan sonrasını modelleyerek engelleri aşarız. Tartışmaya katkılarınızla devam edeceğiz.

13 Mayıs 2014 Salı

13 Mayıs 2014 Soma Maden Faciası

Maalesef bugün, Soma'da bir madende trafo yangını çıktı. Bunu yazdığım saatlerde ölü, yaralı ve mahsur kalan sayısı net değil. Nasıl güvenlik önlemi alındığı, kazanın nasıl gerçekleştiği incelenir ama, madende kaç kişinin çalışıyor olduğunun bilinmemesi ve Soma Devlet Hastanesi'nde yanık ünitesi olmaması nedeniyle yaralı işçilerin çevre il ve ilçelerin hastanelerine sevk edilmesine gerek duyulması dahi skandaldır.
Bu kaza da şehitlik güzellemeleriyle örtülür de, ülkemizi bu 19. Yüzyıl İngiltere'sinden kurtaracak olan nedir bilemem.
Halk olarak seferber olup tüm imkanlarımızla elimizden geleni yapmalıyız. Nedenlerini, kazaya götüren tarihsel süreci unutmadan.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Kahramanlık kotası

Okullarda gördüğümüz tarih dersleri devlet merkezliydi. Tarihteki Türk Devletleri, İslamiyet'in ortaya çıkışı sonrası Osmanlı İmparatorluğu'na katılmalarına kadarki Arap Devletleri ve son olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu konu oldu. Halklar konu olmadı. Tüm Orta Asya'yı kaplayan Göktürk Devleti haritasında, sınırların neye göre çizildiği, günlük yaşamın nasıl olduğu anlatılmadı. Moğol İmparatorluğu'nun görkemli büyüklükteki topraklarındaki nüfus yoğunluğunun 36 kilometrekarede 1 kişi olduğundan bahsedilmedi. Osmanlı şehirlerinde Hıristiyan ve Yahudi Mahalleleri'nin pencerelerinin ne tarafa bakamayacağı, Avrupa'da mezhep savaşları kanlı şekilde sürerken, ülkeler mezheplere göre şekillenirken bir arada yaşayış şekli Avrupa'ya göre fersah fersah ileri olan Osmanlı Toplumu'nun, burjuvazinin güçlenmesinin getirdiği şartlarda bu yapısını koruyarak geri kalışının nedenlerini göremedik. Yani iyi olan bir şeyin yüzyıllarca korunmasının, çevredeki değişen koşullara adapte olamadığı için olumlu olmadığını görmedik. Celali İsyanları'nın nedenleri tartışılmadı.
Ve tabii kahramanlar. Devlet merkezli tarih elbette lider merkezliydi. Hakanların, halifelerin, sultanların, padişahların, paşaların askeri ve siyasi birer deha olması, ya da başarısızlıkları, katkıda bulundukları tarihsel sürecin nedeni olarak görülmelerine sebep olacak şekilde gösterildi. Onları o şekilde davranmaya iten maddesel nedenlerden bahsedilmedi. Onların, çevresel koşullardaki fırsat ve seçenekleri başarılı ya da başarısız şekilde değerlendiren liderler olduğu değil de, o olumlu koşulları yoktan var eden, "kut" sahibi kişiler olduğu, olumsuz koşulların da yine "kut" yoksunluğu olduğu yerleştirildi zihnimize.
Bugünkü koşullarda, herhangi bir durumdan kurtuluş için kurtarıcı kahraman arayışımız bundandır. Güçlenen liderlerimizin tiranlaşması, ona muhalefet edenlerin, muhalefet şeklinde en ufak bir parlaklık gördüğü kişinin arkasından gitme eğiliminde olması, kendini o lidere teslim etme eğiliminde olması bundandır. Haziran Direnişi'nin, Gezi'nin garip gelmesi, anlaşılamaması da bundan.
Türkiye'nin çalışan kesimleri için tarihsel kahramanlık kotası dolmuştur. Haziran Direnişi bize bunu anlatmaya çalışıyor. Anlaşılamaması için de sistem, sürekli farklı birer sistem içi kahraman sunuyor önümüze ki onu takip edip bu sarmaldan çıkmayalım, o kurtarıcı bekleyen yapımız umudunu kaybederek yıkılmasın.
Bizleri kurtaracak olan, kendi kollarımızdır. O kahraman lider gelmeyecek.

25 Nisan 2014 Cuma

Ekonomik İlişkiler Analizi (2)

Tabii ben bu işlerin okulunu okumuş değilim. İlgilisiyim sadece. Hani trafik kazası olunca sürücüler yavaşlayıp bakar ya, işte normal vatandaş bu ekonomi konularıyla o kadar ilgilenir. Bir trafik polisi, bir sigortacı ise kazalar konusunda farklı dallarda olmakla birlikte uzmandırlar. Bu bağlamda beni, şehrin dört bir yanını gezip kazaları inceleyen bir normal vatandaş olarak görebilirsiniz.
Ekonomik ilişkiler analizi başlıklı geçen haftaki yazıma geri bildirim veren arkadaşlara teşekkür ederim. Eleştiriler genellikle, analizin üretim bazlı yapılması konusundaki telkin niteliğindeydi. Hak vererek bu noktadan devam edelim. Ürün fiyatlarını nasıl piyasa belirliyorsa, emek fiyatlarını da piyasa belirler. Bir şehirde elektrikçi usta sayısı ustaya duyulan talebin altındaysa, elektrikçi ustaların saat ücretleri yapılan aynı değerdeki işin denge durumundaki saat ücretine göre yüksektir. Ustaya talep arttıkça bu ücretler yükselir, sermaye sahipleri usta eğitme yoluna giderler, başarısız olurlarsa da ücretler başka şehirdeki bir ustayı o şehre getirmeye ikna edecek kadar yükselir.Usta göçü arttıkça emek arzı artacağından ücretler denge noktasına doğru düşecektir.
Gelelim eleştiriye olan yanıtıma. Eğitim, sağlık, sosyal yardımlaşma kurumları gibi kar amacı gütmeyen (ve gütmemesi gereken) kurumlar hariç, tüm işletmeler bu piyasa dengesine uymak zorundadır. Çünkü pratikte çalışanın ücreti, sermaye sahibi tarafından yapılan kesintiler hariç tutulduğunda müşteri tarafından ödenir. İlgili kesintiler de yukarıdaki piyasa dengesine tabidir, bir sermayedar diğerinden aşırı az ya da aşırı fazla kesinti yapmaz. İşte bu piyasa dengesinden çalışan lehine sapılan her sistemde, o dengeyi çalışan lehine bozan tarafın borusu öter. Çoğunlukla devlet bu roldedir. Gözlemlediğim kadarıyla iki yöntemi vardır, 1-Yüksek ücret tabanı 2-Gizli işsizlik.
Yüksek ücret tabanı belirlenerek, ülkenin kalan kısmında özel sektörde aynı işi yapan kişiye göre kamu çalışanı daha fazla ücret aldığında, o çalışanın piyasaya göre fark ücreti emeğinin müşterisi tarafından değil, işletmenin sermayedarı olan devlet tarafından ödenmektedir. Benzer şekilde, işletmenin olduğu bölgedeki işsizliği azaltmak ve ekonomiyi canlandırmak için yapılan fazla istihdam da daha az emek ile çalışanın denge ücretini ya da daha fazlasını almasına yol açar.
Şimdi bir yerleşim birimi düşünelim ki burada devlete ait KİT ve özel sektör firmaları ile devlet kurumları, esnaf ve çiftçi olsun. Bu sistemde özel sektör firmaları, KİT ve çiftçiler şehir dışına satış yaparak şehre para girişini sağlarken, devlet kurumlarında çalışanlar yapılması zorunlu hizmetler yoluyla sistem gereği ödemelerini alarak para girişi sağlamakta  esnaf ve tüketici olan kesim ekonomiyi çevirmektedir. Kalan para girişi ise yukarıda bahsettiğim iki yöntemle devlet tarafından doğrudan yapılmaktadır. İşte bu yerleşim birimi ile devletin rolünün önemsizleştiği gelişmiş bir sanayi şehrinde farklı sınıfsal analizlere ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorum. Çünkü şehirlerden ilki, kapitalist krizlerden daha sınırlı düzeyde etkilenirken iktidar istikrarına daha fazla ihtiyaç duymakta, devletin eğilimlerine daha uyumlu, daha konformist davranmak zorunda kalmaktadır. İkinci şehir ise kapitalist krizlerden ağır şekilde etkilenmekte, ekonomik anlamda daha özgür olup salt istikrardan ziyade o şehre hakim olan iş kolunun gelişmesini kollamakta, varsa devletle olan bu yöndeki ilişkisini bu yöndeki bir istikrara yöneltmektedir. En azından çalışanlar açısından rasyonel davranış biçimi budur.
Yapılacak ekonomik ilişkiler analizinin bu temelde bir format üzerinden hazırlanması gerektiğini düşünüyorum. Bu yolla temel çelişkilere daha kolay ulaşabileceğimiz görüşündeyim.   

18 Nisan 2014 Cuma

Ekonomik İlişkiler Analizi

Seçim dalgasını geçtiğimize göre asıl konumuza dönebiliriz. Solda herhangi bir hareketlenme olması halinde yeniden temsil konularıyla ilgileneceğiz elbet. Bu yazıda ülke genelinde sezdiğim bir ihtiyaca değineceğim: Ülke genelinde ekonomik ilişkiler analizi
Türkiye'de sınıf siyaseti 61 Anayasası'nın görece özgürlükçü ortamında filizlenmişti. Bu tarihten 24 Ocak kararlarının uygulanabilirliğin yolunu açan 12 Eylül 1980 darbesine kadar geçen sürede çalışan sınıfların çıkarları adına yapılan siyaset önemli kazanımlar elde etmiş, örgütlülük önemli ölçüde artmış ancak mecliste temsili yeterince mümkün olmamıştı. Bunun nedenleri ile ilgili sayısız çalışma mevcuttur. Ancak 24 Ocak kararlarının uygulanışı ve liberal ekonominin ağırlığını hissettirmesi, ülke ekonomisinin dışa açılması, kalkınmacı ekonomik uygulamalar, özelleştirmeler yoluyla sınıfsal yapıda ciddi değişiklikler oldu. Sanayileşmiş kentler hızla göç alarak kalabalıklaşırken bu kentlerdeki işsizlik oranları da tırmandı. KİT'ler yoluyla kısmen de olsa geliştirilmiş olan bazı Anadolu şehirleri, özelleştirmelerle bu kazanımlarını kaybederek göç verdiler. Sonuçları tartışılması gereken GAP kısmen de olsa gerçekleştirildi. Son 12 yılda, AKP iktidarıyla birlikte, tüm diğer gelişmekte olan ekonomilerde olduğu gibi dış borç almanın kolaylaşmasından doğan sıcak para girişi ve yatırımlarda artış gerçekleşti.
Tüm bu değişiklikler olurken şehirlerdeki ekonomik ilişkiler, sınıfsal yapı değişti. Dolayısıyla ihtiyaçlar, beklentiler, yönelimler değişti. Bu değişikliklerin yansıması olarak sosyal ve kültürel alanda ciddi farklılaşmalar, kutuplaşmalar yaşandı. Sosyal ve kültürel alanlardaki farklılaşmanın etkilerinin incelendiği kapsamlı çalışmaları görebilmekteyiz. Örneğin Binnaz Toprak ve çalışma arkadaşlarının "Türkiye'de Farklı Olmak" adlı çalışması son yedi yılda bu alanda olan değişikliklere ışık tutmaktadır. Ancak ekonomik ilişkiler ve sınıfsal yapı ile ilgili çalışmalar maalesef bu kapsamda ve popülerlikte değil (*).
Ekonomik ilişkilerin doğru şekilde kavranması ve her ekonomik ilişki yapısına özel siyasi yaklaşım ihtiyacı olduğu görüşündeyim. Bunun yolu da öncelikle bir format belirleyip hangi bilgilerin edinilmesi gerektiği, ne şekilde sınıflanması gerektiği ve çalışmanın belirli illerin gruplanmasıyla mı (sanayi şehirleri, kırsal, turizm şehirleri, gibi), illerin tek tek alınmasıyla mı ya da ilçe ilçe analizle mi (örneğin Kocaeli Kandıra ile Dilovası farklı analiz gerektirir, Balıkesir Edremit ile Bandırma da aynı şekilde) yapılacağının belirlenmesinden geçiyor. Yöntemde anlaşılırsa belirli bir sürede toparlanabileceğini, toparlanana kadar da anlamlı sonuçlarla bir yol çizebileceğini düşünüyorum.

(*) kaçırmış olduğum çalışmalar olabilir, geribildirim verirseniz incelerim, yine burada tartışırız.

12 Nisan 2014 Cumartesi

#occupychp hareketi üzerine

Blog yapısı gereği, doğrudan siyasi partileri ilgilendiren konuları ele almasam da, dolaylı olarak konumuzu şekillendirebilme olasılığına sahip olan #occupychp (CHP'yi işgal et) hareketine değinmek istedim.
Yönetmen Mustafa Altıoklar tarafından, 31 Mart 2014 yerel seçimlerinde CHP kadrolarında yaşanan ve yönetilemeyen seçim sandıklarını koruma krizi üzerine başlatılmış bir harekettir. "Gezi Gençliğini" hedef alan ve Haziran Direnişi'nin Gezi Parkı Direnişi kısmının lidersizlik, kapsayıcılık, hızlı şekil değiştirme ve eğitimli genç kesimin öncülüğü özelliklerini taşıyan hareket, bugün ilk oturumunu Ankara CHP'de yaptı (CHP'nin harekete bu denli sıcak bakmasının ileriki dönemde olması gereken gerilimleri engelleyebileceği konusunda kaygılıyım.). 
Oturum sonrası bir manifesto yayınlandı. Önce manifestoyu paylaşayım, sonra da bizimle ilgili olan maddeleri hakkında görüşlerimi yazacağım:
"#OCCUPYCHP MANİFESTOSU
1. #occupyCHP; fikri, bilinci ve vicdanı özgür Gezi Ruhu'nun partiye hakim olmasını amaçlar.
2. #occupyCHP; genç kuşağın parti, ülke ve dünya yönetiminde karar hakkı aramasıdır.
3. #occupyCHP; parti içi ya da dışı dinamiklerden, ittifaklardan tam bağımsız bir sivil inisiyatiftir.
4. #occupyCHP; özgürlük, eşitlik, dayanışma, sevgi, barış, hoşgörü ve adalette Gezi Ruhu'dur.
5. #occupyCHP; siyasi yol haritasını tüm katılımcılarıyla tartışarak, birlikte belirler.
6. #occupyCHP; tüketim toplumu değil, katılımcı üretim toplumunda yaşamak ister.
7. #occupyCHP; partinin yönetim kadrolarında 40 yaş altı genç oranını %50'nin üzerinde ister.
8. #occupyCHP; partinin yönetim kadrolarında kadın oranını %50'nin üzerinde ister.
9. #occupyCHP; statükonun değil, "sürekli devrim" sloganıyla yenilenmenin değişmezliğini ister.
10. #occupyCHP; parti içi demokrasinin ve halk iradesinin önündeki barajların yıkılmasını ister.
11. #occupyCHP; kimseyi ötekileştirmeden sosyal adaleti savunur.
12. #occupyCHP; paylaşımcı, dayanışmacı ve ideolojik önyargılardan arınmış bir yönetim ister.
13. #occupyCHP; tüm Türkiye Halkları'nın topyekun özgürlüğünü ister.
14. #occupyCHP; Cumhuriyetçilik ilkesini; Türkiye Halkları'nın eşit iradesinin temeli olarak algılar.
15. #occupyCHP; Halkçılık ilkesini; tüm Türkiye Halkları'nın imtiyazsız kapsanması olarak algılar.
16. #occupyCHP; Milliyetçilik ilkesini; yurtseverlik vurgulu olarak algılar.
17. #occupyCHP; Devletçilik ilkesini; insan odaklı ve alçak gönüllü bir hizmet aracı olarak algılar.
18. #occupyCHP; Laiklik ilkesini; tüm vatandaşların inanç özgürlüğünün garantörü olarak algılar.
19. #occupyCHP; Devrimcilik ilkesini; önceki 5 ilkeyi yenileme hak ve sorumluluğu olarak algılar.
20. #occupyCHP; bu manifestoya katılan herkesi, üye olmak yoluyla partiyi işgal etmeye çağrıdır."



İlgili maddeleri ele alacak olursak:
5. maddedeki tüm katılımcılarla beraber tartışılarak siyasi haritanın belirlenmesi ilkesi, hareketin ilerleyip kitleselleştiği ölçüde demokratik katılıma elverişli olması durumunda kesinlikle olumlu bir tutumdur. Hareketin başarı durumuna göre sonraki yazılarımızda tartışabiliriz.
6. maddedeki üretim toplumu ilkesi de, tüketim toplumuna karşı oluşturulacak alternatif ölçüsünde değerli bir ilke olup yine üzerinde tartışmaya değer bir konudur.
7. ve 8. maddelerdeki gençlere ve kadınlara karşı pozitif ayrımcılığın sakıncalarını önceki yazılarımda belirtmiştim. Aynı durum bu hareket için de geçerli.
10. maddede bahsedilmek istenen seçim barajının kalkması konusu öncelikli olarak ele alınması gereken, demokratik katılımın önündeki en büyük engellerdendir.
16. maddedeki yurtseverlik vurgusunu olumlu buldum. Yurdunu, üzerinde yaşayan halk için, o halka zarar verebilecek her türlü güce karşı savunmak anlamında yurtseverliği en doğru milliyetçilik tanımı olarak görmekteyim.
17. maddedeki devletçilik ilkesinin yorumunu maalesef içi boş buldum, gelecekte tartışılabilir.

Tüm bunların dışında, blog kapsamında asıl sormamız gereken konu elbette çalışanları ilgilendiren ekonomi politikalarıdır. Başta belirttiğim gibi, Haziran Direnişi ruhuyla ortaya çıkan bir girişim olduğundan tüm hatları net değil, izlememiz, yorumlamamız ve belki katılımcı olup tavsiyelerde bulunmamız gerekir. Ama ne olursa olsun, çalışanlar açısından olumlu yönde değişikliklere yön verebilecek her konuyu yakından takip etmemizde yarar var.


Görüşmek üzere!  

25 Mart 2014 Salı

Haziran'ı hatırlatmak istedim

Arkadaşlar selam,
Yerel seçim havasının tüm yurda hakim olduğu, hükümet içi çatışmaların gölgesindeki bir gündemde, gündemi kendimizin belirlediği bir dönemi hatırlatmak istedim. Nedeni de, bazı (bağzı) şeyleri başkalarına ihale edemeyeceğimizi hatırlatmak.
Haziran direnişindeki amaç, elbette üç beş ağaç değildi. Oradaki amaç, belirli bir bölgenin yapılaşması ile ilgili kararın, o bölgenin sakinleri ve o bölgeyi yaşatan kişilerin dışında kişilerce alınmasına karşı harekete geçmekti. Oradaki amaç, çocuk sayımıza, öpüşmemize, ekmeğimizdeki buğday oranına, tarihi değerlerimize merkezden müdahale edilmesini protesto etmekti. Kısacası hayatın ilgili kısmı kimi ilgilendiriyorsa, o kısmın yapılandırılmasına o hayatı yaşayanlar tarafından karar verilmesi talebiydi.
Direnişte, hükümetin uzlaşmaz tavrını, polisin sert müdahalesini, halkı sokaktan uzaklaştırmak için öne sürülen ve esnaf olduğu söylenen provokatörleri, ana muhalefet partisinin başarısız miting girişimini ve sonrasında mecburen direnişçi halkın arasına katılmasını, yıllarını sokaklarda meydanlarda geçirmiş sol parti ve örgütlerin kitleyi örgütlemekteki başarısızlıklarını gördük.
Bugün, pek bir kazanım elde ettiğimizi söyleyemeyiz. Önümüze bir sandık konulmuş durumda ve hükümet içi çatışmanın nasıl sonuçlanacağını takip etmekteyiz. Oy vererek bir şeyleri değiştirebilmeyi umuyoruz.
Oysa oy vererek sadece belediye başkanını değiştirebiliriz. Haziranı hatırlayalım. Biz daha kalabalık olduğumuzu iddia etmiyoruz. Ne kadar az sayıda olursak olalım temsil ettiğimiz yaşam tarzına saygı duyulmasını istiyoruz. Bunu yaparken ötekileştirmemek, farklı yaşam tarzlarının bir arada bulunabileceği ortamların mümkün olabildiğini göstermek istiyoruz.
Yani direnişçiler olarak temel amacımız Topçu Kışlası'nı yapacak olan başkanı seçimle indirip yapmayacak olanı getirmek değil, hangi başkan gelirse gelsin bu şekilde merkezi bir kararla inşaat yapılamamasını sağlamaktır. Yapılacaksa da bölgede yaşayan, çalışan ve bölgeyi sosyal yaşantılarının bir parçası yapanların fikrinin alınmasını ve düzenlemede aktif rol almalarını sağlamaktır. Dolayısıyla olası başkan değişikliği, direniş nedenlerini ortadan kaldırmaz.  Seçimden sonra da ilk atılması gereken adımların, seçim barajının indirilmesi için kampanya ve mahalle forumlarının resmi tanınırlığı için çalışma olmalı diye düşünüyorum.
Unutmayalım ki yenilgi, desteklediğimiz başkan adayının seçimi kaybetmesi değil, direniş günlerinde bizlere döner bıçağıyla saldıranların dükkanının önünde alışveriş için sıra oluşturmamızdır. Kararlılık, disiplin ve konumumuzu korumak, zeminin kaygan olduğu bugünlerde en çok ihtiyaç duyduklarımızdır.

7 Mart 2014 Cuma

Emekçi Kadınlar Günü Yazısı

İlkel komünal toplum döneminin sonrasında başlayıp günümüzde de tüm şiddetiyle devam eden cinsel ayrımcılığa karşı direnen tüm kadınların dünya emekçi kadınlar gününü kutlarım.
Konseptimiz gereği konumuz elbette çalışan kadınlar ve kadınların çalışma hayatı. Bildiğiniz gibi kadın sorunlarına değinmek için bugünü bekleyen birisi değilim ama "kadın ve çalışma hayatı" konusunu değerlendirmek için çok güzel bir gün bence.
Daha önceki yazılarda kadınlara yönelik pozitif ayrımcılığın bir çözüm olmadığından, kadınların ayrımcılığı kaldırma güçlerinin kendilerinde olduğundan bahsetmiştim, bugün de konuyu derinleştirelim. Çalışma hayatında kadın konusu gündeme geldiğinde otomatik olarak karşımıza, kadınların bu yöndeki haklarının genişletilmesi tartışması gündeme geliyor. Ben bu konunun haklar üzerinden değil sistem dinamikleri üzerinden tartışılmasından yanayım.
Kapitalist ekonomik sistem ve serbest piyasa ekonomisi yapısı gereği sürekli kar artışını gerektirir. Sistemin iyi yürüdüğü durumlarda bu davranışın getirdiği olumsuzluklar örtülmeye çalışılsa da ilk kriz belirtisinde ilk olarak tartışmaya açılacak olan konular da bunlardır. Örnek olarak, düşük karlı maden işletmelerindeki kronikleşen iş güvenliği eksikliklerini ya da en çevreci batılı devletlerin kriz belirtisi ortaya çıktığı an ilk olarak ortaya attıkları tartışmanın çevre politikalarından ödün vermeye dönük olmasını gösterebiliriz. Bu bağlamda, kadınlara yönelik, dünya çapında kabul görmüş temel hakların ötesinde sistemin akışının ters yönüne kürek çeken her türlü kadın hak hamlesi de benzer akıbete uğrayacaktır herhangi bir kriz durumunda. Bu nedenle hak mücadelesi konusunda genel bir hedef norm belirlenip bu mücadelenin, kadınların iş yaşamından dışlanıp eve hapsedilmesine neden olmayacak şekilde yapılmasından yanayım.
Öyleyse kadın çalışma hayatı için en ileri hamle ne olabilir diye sorulduğunda buna yanıtım, sistem içi çözümler söz konusu olduğunda, emek arz çeşitliliğinin artırılması olacaktır. Böylelikle her bir kadın birey için daha fazla iş imkanı olacak, nüfusun üretime katılımı dengelenerek kadınlar toplumda daha saygın bir konuma gelecektir. Yani buradaki mücadele cephesi, erkeksi ön yargıları kırarak, "erkek işi" algısını yıkmak olmalı. Prensipte kadın işi - erkek işi ayrımına -bedensel güce dayalı bazı uç durumlar hariç- inanmamakla beraber, bu blogun ilk yazısında, kadınların ve erkeklerin birbirlerine göre daha yetenekli olduğu işler olduğundan bahsetmiştim. Gerçekten de öyle olduğunu düşünüyorum ama, yine aynı yazıdan çıkartılabileceği gibi, kadınların daha başarılı olabileceği bir çok alanda erkek çalışan yoğunluğu, toplumsal ön yargılar, çalışma yaşamının düzenleniş biçiminden gelen sorunlar nedeniyle kadınların olması gerektiği kadar yer bulamaması, yeteneklerini ortaya koyabilecek fırsat bulamadıklarını vurgulamak isterim. Konunun uzmanı olmasam da, bu alanların başlıcaları olarak, koordinasyon ve iletişimin yoğun olduğu çeşitli yöneticilik pozisyonlarını, şoförlük, kaptanlık, pilotluk gibi prosedür uygulanmasını gerektirip dikkati toplamanın kritik olduğu işleri ve çok yüksek bedensel güç gerektirmeyen el becerisinin öne çıktığı konuları (torna, tesfiye, kaynak, gibi) sayabilirim bugüne kadarki gözlemlerim sonucu.
Kapitalist ekonomik sistemi aşan daha gelişmiş bir ekonomik sistem de bu anlamsız ön yargıları kaldıramayacağından, sistem dışı çözümlerin de ilk adımının yukarıda yazdıklarım olduğunu düşünüyorum. Gerçek eşitlik hayatta dolayısıyla emekte eşitliktir.
Kadın hakları mücadelesinde yaşamını yitiren tüm kadınların anısı önünde saygıyla eğiliyor, yazıma son veriyorum.      

21 Şubat 2014 Cuma

İyi insanlar, kötü insanlar ve çizgi film tadında yaşamak

Bir önceki yazıda lider kültü ve bu yolla tarihsel sürecin maddesel nedenlerinin gizlenişine değinmiştim. Bu sefer de iyi ve kötü kavramları üzerinden benzer bir analiz yapacağım.
İyi ve kötü kavramının karşı tarafın bilincine yerleştirilmesinin en yalın örneği olan çizgi filmlerden başlamak istedim. Vereceğim örneklerle 30 yaşımda olduğumu bir kez daha vurgulayacağım (gördüğünüz gibi sendromu atlattım, yaşımı rakamla yazabiliyorum artık). Neyse konuyu dağıtmayalım ve He-Man diyelim. He-Man adlı çizgi filmde kahramanımız Dünya'yı kötülüklerden koruyan ve tipik olarak "son gülen" karakter olagelmiştir. Karşısındaki karakter İskeletor ise sürekli kötülük yapmaktadır. İskeletor'un varoluş amacı kötülüktür ve başarısı, yaptığı kötülükle ölçülmektedir. Benzer şekilde "yaşasın kötülük" mesajı veren başka çizgi filmler de vardır. Hatta futbol konulu çizgi filmlerde dahi, kahramanın rakibi öyle gösterilirdi ki karşı takımı tutamazdık. Çizi filmlerdeki bu yapıyı FRP (fantasy role playing) oyunları da taşımaktadır, good (iyi), evil (kötü) karakterler içerir. Oyunda rolünüz "evil" ise, amacınız kötülük yapmaktır.
Gelgelelim elbette gerçek hayat böyle değil. Psikolojik rahatsızlığı bulunmayan her bireyin ve sağlıklı psikolojide bulunanlardan oluşan her topluluğun yaptığı eylemler belirli bir maddesel nedene dayanır ve o kişi ya da topluluk çıkarınadır. Amaç ne kadar kötü gösterilirse gösterilsin ya da günümüz değerlerine ne kadar aykırı olursa olsun kötülük için kötülük yapılmamaktadır. Ancak medya, bazen bize çizgi film izletir, örneklerle değinelim:
Trafik Canavarı
Normalde kök nedenlerinin bazıları sürücü ehliyeti alım sürecindeki eğitim yetersizliği, bilinçsizlik, kendi sınır ve yeteneklerini bilememe, kurallara uymama, onları önemsememe eğilimi, başkasının özgürlüklerini hiçe sayma, karayollarındaki hatalar iken trafik kazaları, medya tarafından uzun yıllar "trafik canavarı yine can aldı" şeklinde verildi. Bu şekilde hata nedeni olan kişiler karikatürleştirilerek, bir anlık cinnet sonucu kaza yapıyorlarmış gibi gösterildi. Yani trafik kazasına neden olan kişilerin kötü insanlar ya da kaza öncesinde kötülük yaptığının bilincinde olmayan kişiler olarak tanıtıldı. Böylelikle sistemden gelen sorunların üstü örtülmüş oldu. İzleyicilerin büyük bölümünün sorgulaması engellendi.
Terör
11 Eylül bu konuda en güzel örnektir. 11 Eylül 2001'de ABD'de ikiz kuleler vurulduktan birkaç gün sonra ABD hükümeti "teröre karşı savaş" başlattı. Eylemi kimin neden yaptığından bağımsız olarak bu eylemi yapanlar yok edilmesi gereken teröristler olarak gösterildi. Dolayısıyla topluma bu kişilerin bu eylemi yapmasının nedeninin, onların terörist olması olduğu öğretildi, ideolojilerinin yanlışlığı değil. Böylelikle bir "şeytan" yaratıldı ve nefret objesi oldu. Orwell'in 1984 romanındaki Goldstein gibi.  Oysa terör bir silahın adıdır. Latince "büyük korku" anlamına gelir ve günümüz insani değerlerini hiçe sayan, uygulayanı ya da uygulatanı ortaya çıktığında, çağdaş uluslararası toplumda zor durumda bırakan bir taktiktir. Taktiğin ve silahın ön plana çıkartılmasına, çoğunlukla o taktiğin hangi maddesel nedenlerden ötürü kullanıldığının gizlenmesi gerektiğinde başvurulur. Gizlenmesi gerekmediğinde ya da bu maddesel nedenler gösterilmek istendiğinde başvurulmaz. Bugün Ukrayna'daki çatışmalarda batı medyası ne göstericilerin eylemlerini terör olarak ne de polisin tutumunu devlet terörü olarak adlandırıyor. Burada amaç, eylem şeklinin göstericilerinin amaçlarının önüne geçmesini engellemek, aynı zamanda da benzer şekilde davranan diğer ülke polisleri ile benzerlik kurulmasını, ve onların da eylem şekilleriyle hatırlanmasını engellemektir.
Günlük hayatımızda da sıklıkla benzer algı yönetimine maruz kalıyoruz. Gerçekte olanların gizlenmesi yoluyla kendi yeteneklerimizin farkına varmamız engellenebiliyor. Bazen sanal bir dünya kuruluyor ve tüm elleri pas, tüm zarları gele görüyoruz. Ancak doğru bir maddesel analizle konumlarımızı doğru şekilde değerlendirip doğru adımlar atabiliriz. Gerçek evrenin farkına varılmasında birbirimize yardımcı olmalıyız.
Esen kalın efendim,      
     

11 Şubat 2014 Salı

Tek beyinde organizasyon?

Kusura bakmayın geçen sefer biraz fazla kaçırmışız. Hanımın da uyarısı sonrası o kadar da uzun yazmamaya karar verdim.
Bu gece de ilginç bir konumuz var: tek beyinde organizasyon ya da liderin rolü. Katılmayabilirsiniz, ama sorgulamanızı tavsiye ederim.
Yıllarca okullarda aldığımız tarih derslerinin kahramanlık hikayeleriyle bezeli olmasından ya da felsefe okumayışımızdan olacak, olumlu ve olumsuz (ki bunların da bir anlamı olmadığını anlatırım sonra) tüm gelişmeleri kişilerle, çoğunlukla da liderlerle özdeşleştiririz. Ülkeyi kahramanlar kurmuştur, onlar yaşatmıştır, toprakları genişletmişlerdir, düşmanları yenmişlerdir, ihanet etmişlerdir, ülkeyi yıkmışlardır. Peki bu işler böyle mi? Hayır.
Doğadaki süreçler gibi genel bir konuyu daraltıp insan içerikli organizasyonları ele aldığımızda, ilgili organizasyonun bir varoluş amacının (misyon), gelecek planının (vizyon) ve ilkelerinin (değerler) olduğunu biliriz. Bu, eğer bir devletse; uluslararası ilişkilerdeki yeri gereği bir konum almıştır, kuruluş amacına, kaynaklarına dayalı bir ilerleme hedefi koymuştur ve temel ilkeleri vardır. Bir şirketse, faaliyette bulunduğu iş kolunda piyasa dengeleri gereği bir temel pazar payı vardır. Bu pazar payını büyütmek için ya da yeni pazarlara açılmak için stratejiler geliştirmektedir ve varoluşundan gelen değerleri vardır.
İşte tüm bunlar, birileri istedi diye olmaz. Elbette kritik kararlar en tepeden alınmaktadır ama o en tepeye o kararları aldıran maddesel nedenler vardır. Kahraman, organizasyonun başarılı geleceği için ortaya çıkan fırsatlardan en iyilerini değerlendirendir. Fırsatların ortaya çıkış nedeni ya da organizasyonun varoluş nedeni değildir. Bir toplumda herkes birbirini kandırıyor, birbirine yalan söylüyorsa, kahraman; istediği kadar ahlak dersi versin, cezalar versin, bu davranışlar azalır belki ama, var olmaya devam eder. Yalanı ve aldatmayı getiren maddesel nedenler ortadan kalkmadıkça bu davranışlar devam edecektir. Bu davranışların kökeni organizasyonun kendisiyse, kurtulma şansı yoktur.
Kişisel başarı ya da hataların etkisi elbette yadsınamaz, ama tüm bunların etkisi sınırlıdır. Aşırı başarılı bir lider, organizasyondan dehasına karşılık bulamayarak törpülenebileceği gibi, organizasyonun yok olmasına yol açabilecek bir lidere karşı da organizasyon kendini koruyacaktır. Tabii ki bu anlattıklarım aile gibi, küçük işletmeler gibi kişi davranışlarından doğrudan etkilenen kurumlar için değil, yukarıda anlattığım dengeler gereği var olan organizasyonlar içindir. Kurumsal olmak, muz cumhuriyeti olmamak, kanarya sevenler derneği gibi üç-beş kişi olmamak gibi sınırlar çizilebilir.
Son analizde demeliyim ki eylemler süreçlerin önüne geçemez. Çünkü süreçler, maddesel nedenlerle doğmuş ya da doğrulmuştur ve ancak maddesel nedenlerle yok olur, gelişir ve şekil değiştirir. Eylemler sürecin kinetiğini (hızını) etkiler. Birisi bir organizasyonu kurmaya sıfırdan karar vermiş, tamamen kendisi çalışmış ve başarmışsa bile toplam sistemde kendisine yer bulabildiği için var edilebilmiştir o organizasyon. Bir insan ne kadar büyük bir deha olursa olsun, organizasyonun var olmasını sağlayacak maddesel nedenler oluşmadıysa başarılı olamaz.


6 Şubat 2014 Perşembe

Dizilerde verilenler, dizilerden alınanlar

Dizi kapsamına, bildiğimiz tv dizilerinin yanı sıra, elbette bölümler halinde yayınlanan yarışma programlarını da alıyoruz.
Merhaba,
Bir önceki yayında bahsettiğimiz, çalışmadığımız zamanların en yaygın aktivitelerinden biriyle devam edelim istedim konumuza: diziler ve yarışma programları. Bu programları izleyerek neler "kazandığımıza" bakalım.
Bunlar üzerine ciddi sosyolojik araştırmalar yapılıyor, imkan buldukça okuyoruz ve bahsedeceğim terimlerin bilimsel isimleri de vardır ama, ben yine de kendi birikimimle yapabildiğim tahlili paylaşmak isterim. Her formatın kendine ait bir alt mesajı vardır. Her format, ilk bölümünden itibaren bir ön kabul yaratır insanlarda. Örneğin Ortadirek Şaban filmi absürd komedidir. Filmde zeytine, peynire zam geldiğinde Şaban, bunları tahta bir dolaba kaldırır. Takılmayız onların o dolapta bozulacağına ve dolayısıyla müze olarak kullanılamayacağına o dolabın, çünkü film zaten gerçeküstü öğelerden oluşur. Matrix, uzay yolu gibi bilim kurgu örnekleri de kendi kurdukları dünya üzerinde değerlendirmeye iter tüm olanları.
Ancak konu bir tarihi temsile ya da günümüzde geçen bir konuya geldiğinde, kurulan kabul algısının bizi götürdüğü yer çok daha fazla önem taşıyor. Çünkü bu yeni dünyayı, yukarıda saydığım örneklerdeki gibi kendi dünyamızdan soyutlayamıyoruz. Bildiğimizin dışındaki bir tarihsel olayı anlatan tarihi temsilin etkisi de benzerdir, zira yıllar içinde oluşturulan tarih algısının somut değerlendirmelerimizdeki etkisi yadsınamaz.
Yine örnekler üzerinden gidelim; eski bir romanın günümüze uyarlaması. Zengin bir aile bir konakta yaşıyor ve ev işlerini gören bir aile var. Romanın yazıldığı dönemde toplumun sınıfsal yapısı ve genel toplum algısındaki içselleştirilmiş serflik (hakları genişletilmiş kölelik), günümüz uyarlamasında da aynen hissediliyor. Ana metindeki İslam ahlakına dayalı, görünür sınıf çatışması yaratmayan serf-sahip ilişkisi, aynı özellikleri gösteren hizmetçi ailenin günümüz sosyal ilişkileri ve tüketim alışkanlıklarıyla birleştirildiğinde alışık olmadığımız ve gerçek hayatta gözlemlemediğimiz bir iş güvencesi - özveri dengesi sunmaktadır. Oysa gerçek hayatta mevcut çalışma performansının korunması için de motivasyon araçlarının gerekli olduğunu biliyoruz.
Diğer bir örnek de bir komedi dizisi. Olaylar günümüzdeki bir mahallede geçmekte olup yaşlıların gençleri "yola getirmesi" üzerine kurulu bir ilerlemesi var. Mahalle muhafazakar bir mahalle, marjinal farklılığa sahip olup bunu dışa yansıtan karakterler dışlanırken, yine marjinal farklılığa sahip olan ancak içine kapanık karakterler karikatürize edilmekte. Bir "tekne" kültü oluşturulmuş. Bu kült, genel ahlaki mesajlar vererek mahallenin ahlaki yaşantısını "yola sokuyor". Öyle ki, tekne kültünü yaşatan karakterden daha muhafazakar özellik gösteren karaktere derhal tekne yoluyla ayar verilirken, mahallenin gençlerinin hareketlerine de yine aynı tekneden sınırlama getirilmekte. Her bölümün sonunda, mahalle erkekleri toplanılarak akil biri tarafından, erkek cinselliğine de hitabeden bir hikayemsi konuşmayla teknenin ahlak çizgisine hizalanmakta. Belirli bir sayıdaki katılımcının yer aldığı, bir arada yaşamayı içeren yarışma programlarının da benzer mesajları var. Özellikle "aynı gemidesiniz" mesajı verilmiş yarışmacıların, teker teker birbirini elediği ve amacın en sonunda tek kazanan olmak olduğu yarışmaların da verdiği mesaj tartışılabilir.
Bahsettiğim örneklerde kendi gördüklerim bunlar. Hiç birinin değerlendirmesinde nihai düşüncemi söylemek istemedim, çünkü bunlar algı ve bakış açısına dayalı konulardır ve herkeste çağrışımı farklı olabilir. Önemli olan ise, çalışarak kazandığımız bu çalışmadığımız zamanlarda izlediğimiz dizi ve yarışma programlarının bizde yarattığı algı ve sorgulama yeteneğimize olan etkisidir. Gerçekte varolan bir farklılığı içselleştirmemizi amaçlayan bir mesaj algıladığmızda diziye olan bakışımız değişir.
Gösterileni değil gördüğümüzü izleyelim. Unutmayalım, bu zamanı çalışarak kazandık, kolay kolay alamazlar.
Görüşürüz!