Translate

25 Haziran 2016 Cumartesi

Orta Sınıf, Neyle Neyin Ortasıdır?

Özgür Şen, asla kullanmadığım "orta sınıf" tabirini başlığa taşıyınca ben de tartışmaya katılmak istedim. Önce yazıyı, sonra yazdıklarımı okumanızı tavsiye ederim. Yazının linki:

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ozgur-sen/orta-sinifin-gizli-cekiciligi-160223

Orta sınıf, tüketim eğilimleri baz alınarak kullanılan, işçi sınıfının (proleterya) üst gelir katmanını, küçük burjuvanın geniş bir kısmını ve pazar payı küçük olan burjuvaları (KOBİ) kapsayan, temel tanımı, kimin ne kadar tüketebildiğine dayanan bir kavram. Zaten Şen'in bahsettiği ilgi çekicilik ve cazibe de bu tüketim arzusu olduğu için bu kavramın içine dahil olan sınıfları kendisi de belirtmiş.

Yalnız, yazıda bahsi geçen küçük burjuvazi başlığında atlanan kritik bir nokta var. Orta sınıf tüketiciliğine giden yolda bugün avukat, hekim ve bir grup mühendis için cazip bir "küçük burjuva koridoru" vardır. Bir avukat, bir hukuk bürosunda, asıl işi avukatlıktan çok işleri organize etmek olan bir patron-avukatın altında proleter olarak çalışabileceği gibi kendi bürosunu ortaklarıyla kurup hem avukatlık hem ticari organizasyonu yöneten küçük burjuva da olabilir. Bu iki avukatın gelir seviyeleri yakın da olsa sınıfları farklı olacağından, sistem krizi anlarında davranış biçimleri farklı olur. Tam rasyonellikte küçük burjuva olan, sistem ihtiyaçları içinde, sistemin bir organı olarak varolduğundan düzen tarafında yer alma eğilimi içinde olacakken proleter olan düzene karşı olacaktır. Buradaki düzen kapitalizmdir, hangikapitalist partinin yandaşı olmakla ilgili değildir. Aynı durum, kendi muayenehanesini ya da ortaklarıyla kliniğini kuran hekim, tek başına ya da ortaklarıyla mühendislik hizmeti veren firma kuran mühendisler için de geçerlidir. Kritik olan, firma kuran bu kişilerin işçi çalıştırmıyor olmalarıdır. İşçi çalıştırdıklarında asıl işleri organzasyon olacağından burjuva davranışı göstermeye başlarlar, sistem krizi anlarında beklenen rasyonel hareketleri de değişir.


İşte tam da bu noktada, yazıda tüketim ilişkileri baz alınarak orta sınıf olarak kodlanan kişilerin büyük bir kısmının aslında küçük burjuva olarak adlandırılabileceğini, sisteme bağımlılıklarının tüketimden gelen alışkanlık ve cazibelerden değil, üretim ilişkilerinden gelen küçük burjuvalık olduğunu, yine Şen’in yazısında ihmal edilmemesi gerektiği söylenen boşluğun aslında bu olduğunu düşünüyorum. İşletmelerde  işçi olarak çalışmakta olan, ancak belirli bir ulaşılabilir sermaye birikimiyle kendi küçük işletmesini, taşeron firmasını kurabilecek olup henüz bunu tercih etmeyenlerin de küçük burjuva olarak değerlendirilmesi gerektiği görüşündeyim. Bu da bize, çözülmesi gereken problemin tüketim ilişkileriyle ilgili değil, üretim araçlarının mülkiyetinin tartışıldığı bir gündemde bahsettiğim bu toplumsal katmanın hangi yönde tavır alacağı ile ilgili olduğunu göstermektedir.

5 Mart 2016 Cumartesi

Gericilikle Sömürünün Ne İlgisi Vardır?

Önceki hafta yayınlanan "Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi Çağrısı" (*) sonrası, artık tehlike olmaktan çıkıp bir gerçeğe dönüşen gericilikle çalışanların içinde bulunduğu sömürü ortamının birbirinden kopuk şekilde algılandığını farkedip bu yazıyı yazma gereği hissettim.
Gericilik, sol ideoloji tarafından kullanılan bir kavram olarak tarihsel süreçte daha geri olanı savunmak anlamında kullanılmaktadır. Bir solcu, ideal toplum hedefini "sınıfsız ve sömürüsüz" olarak formüle ettiğinden bu ideale daha yakın olan sistem ileri, uzak kalan ise geri olarak tanımlanır. Kapitalizm öncesi sistemlerin köhneliği, çoğunlukla doğuştan ve kan bağıyla getirilen sınıfsal özelliklerin korunmasından gelmektedir. Kapitalizm, toplumun en alt sınıfı olan mülksüz işçilere dahi emeğini özgürce(!) pazarlayabilme hakkı, alınıp satılmama, temel insan haklarının korunması güvencesi verdiğinden öncesindeki sistemlere göre ileridir. Buradan hareketle, İslam referanslı en ileri toplum dahi, bir toplum sözleşmesi olarak kabul edilemeyecek kutsallıkta vazgeçilmez devleti, piyasaya sınırsız müdahale hakkı olan mutlak iktidar otoritesi ve yapısından gelen katı sınıflarıyla kapitalist toplumdan daha geridir. Kapitalist toplumdan daha geri olan bir toplum, cumhuriyetin (ve dolaylı yoldan kapitalizmin) getirdiği kazanımları -öncelikle devlet karşısında tüm yurttaşların eşit hukuki haklara sahip olması olmak üzere- kaybetmiş olur.
Gericilik dediğimizde, kapitalizmin getirdiği sorunlar nedeniyle ihtiyaç duyulan; çalışanın emeğinin karşılığına yasal olarak sahip çıkma, emeğinin karşılığı için örgütlü hesap sorabilme, eşit işe eşit ücret mücadelesi verebilme ihtiyaçlarının illegal hale gelmesini anlıyoruz. Sınıfsız, sömürüsüz bir toplum idealinden uzaklaşılmasını, bu yolda verilen mücadelenin bedellerinin artacak olmasını anlıyoruz. Evet, belki gericiliğin sadece laiklik karşıtı hareket olarak algılanıyor olması, okuldaki Atatürk İlkeleri eğitiminde ilkeler arasındaki bağın kurulamıyor olmasından ya da geçmişte bu hassasiyeti dile getiren başlıca çevrelerin yukarıda anlattığım emek - sermaye ilişkilerine değinmemeyi seçmesinden kaynaklanıyor olabilir. Ancak içinde bulunduğumuz somut durumu analiz ederken vatandaşlık haklarımızın gerilediğinin, bunun çalışma yaşantımıza olan olumsuz etkilerinin farkında olmalıyız. Yasal hak arama yollarının tükendiğinin bilincinde olmalıyız. Sorun işyeriyle, patronla, okul yönetimiyle ya da belediyeyle değil bütün bunları kontrol eden sistemle ilgilidir. Aydınlanma olmadan, bu kazanımları savunmadan bir üst toplum modeline, sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma geçmek için ödenecek bedellerin artacağını bilmeliyiz.

* http://haber.sol.org.tr/turkiye/gericilige-karsi-aydinlanma-hareketi-cagrisi-146934

21 Eylül 2015 Pazartesi

Erken Seçim ve Ortak Sessizlikler

1 Kasım'da erken seçim ile bir kez daha önümüze sandık konacak son yıllarda sık sık yapıldığı gibi. Dikkat ettiyseniz iktidar, 12 Eylül 2010 referandumu sonrasındaki gelişmelerle özellikle liberal desteğini (ki bu desteğin ağırlığı yurtiçinden çok yurtdışından gelmektedir) kaybedince önümüze daha sık sandık koyar oldu. Toplumsal desteğin zayıfladığının anlaşıldığı son seçimin ardından beklenmedik bir hızla geliyor sandık önümüze.
Pekiyi bu toplumsal destek dediğimiz, kitlelerin kendi taleplerini siyasete yansıtması mıdır? Siyaseten konuşulanların ne kadarı herhangi birimizin günlük hayatını, haftada en az 45 saatini verdiği emeğin değerini, kalan zamanının kalitesini etkileyebilecek konularla ilgilidir? Aslında seçimlerden konuşurken öncelikle tartışmamız gerekenler, seçim barajını geçmesi beklenen (ve dolayısıyla oy verilmeye "layık" görülen) partilerin söylemleri arasındaki farklar değil benzerliklerdir. Yani seçim barajını aşması beklenen dört partinin ortak noktalarını konuşmalıyız. Konuşmalıyız ki neye "mahkum" olduğumuzu görelim, konuşmalıyız ki aslında neyin "vazgeçilmez" olduğunu bilelim.
Etnik siyaseti merkeze koyması ve ülke eksenine aykırı duruşu nedeniyle sermayenin etkisi görünür olmayan HDP'yi bir kenara koyarsak, diğer üç partinin yatırımlarla, yani toplanan vergi ve bulunan kredilerle ilgili yatırım projeleri arasındaki fark, sermayenin yeniden yapılanması ile ilgilidir. Kim daha çok vergi toplayabilir ve daha kolay kredi bulabilirse, onun projeleri ve dolayısıyla onu destekleyen sermaye kesimi güçlenecektir. Bu partilerin ortak sessizliği emek politikaları üzerinedir. Asgari ücret düzeyi, daha önceki yazılarda da belirttiğim gibi niteliksiz emek arzıyla ilgili olup örgütsüz asgari ücret istihdamının büyük bölümünü barındıran küçük patron şirketleri için tepeden hükümet tarafından belirlenemez. Hükümet asgari ücreti ne kadar yukarı çekerse çeksin işçi, patronunun kendisine verdiği asgari ücreti alıp fazlasını elden patronuna geri ödemek zorunda kalacaktır. Mevcut ekonomik yapıda sistem, yerel fiyatların ve kısıtlı ihracatın etlikenmemesi için bu kanunsuzluğa göz yummak zorunda kalacaktır. HDP'yi ele aldığımızda da, 7 haziran öncesi haftalık 35-40 çalışma saati vurgusunun gündem yoğunluğundan açılamıyor olduğunu varsayalım. Öyle dahi olsa, çalışma saatlerinin ortalama 50 saatin üzerinde olduğu ülkemizde, buna neden olan koşulları hedef almadan çalışma saati söylemi de maalesef yukarıdaki asgari ücret ağırlığında kalıyor. Hedef alınsaydı, aynı zamanda hedef aldıkları medyada yine yer bulabilirler miydi düşünelim.
Konumuz emek olduğundan emek sessizliğini vurguladım. Farklı konular da bulabiliriz. Ama seçim dediğimizde, o tartışma programlarında boy gösterenlerin tartıştıkları değil anlaştıkları konuları görelim. İşte o konulardır bizlerin hayatıyla ilgili olan. Ve biz bu hayatı yaratıyor ve yaşıyorsak, hayatı onların anlaştığı gibi mi yaşamak istediğimizi, zorunda olduğumuzu sorgulayalım. Yanıtımız hayır ise, yolumuz o sandığın ötesinden geçiyor. Örgütlenmeden, medyayı aşarak sesimizi daha da ötesine duyurmaktan geçiyor. Tek şehirde, tek ülkede değil, aynı sosyoekonomik ve sınıfsal yapıyı paylaşan her yerde... 

30 Ağustos 2015 Pazar

Yalın Üretim 3: İşçilerde Temel Ayrım

Önceki iki yazıda, sermayenin yalın üretim sistemini neden uyguladığını, neden uygulamayı seçtiğini ya da neden uygulamak zorunda olduğuna değinmiştik. Bu yazıda da sistemin temel öğesi olan işçilerin yönetimindeki temel bir ayrımı ele alacağız.
Sistemde işçiler iki grup halinde çalıştırılırlar: kadrolular ve taşeronlar(*). Bu ayrımın nedeni, sistemin ihtiyaç duyduğu çokyetkinlikli (polyvalent) işçilerle niteliksiz işçilerin emek piyasasındaki birim emeğinin fiyat farkındandır. Türkiye gibi sistemlerde, niteliksiz işsiz sayısının yüksek olmasından ötürü niteliksiz emeğin ücreti düşüktür. Niteliksiz emek gerektiren işlerde taşeron işçi kullanımı tercih edilir. Çokyetkinlikli işçinin eğitimi ve işe adaptasyonu pahalı ve uzun bir süreç gerektirdiğinden kadrolu olması ve kendisini, çalıştığı şirketin "ailesinden" hissetmesi tercih edilir. 
Çokyetkinlikli her bir işçi, yetkin olduğu işlerle ilgili kendi emek piyasasını oluşturduğundan, aynı yetkinlik kombinasyonundaki çokyetkinlikli işçilerin sayısı azdır. Sermayenin, ihtiyaç duyduğu anda bu işçileri bulabilmesi de zor olduğundan emek piyasasındaki fiyatlar hızla yükselir. Bu noktada sermaye bir tercih yapmak zorunda kalır: çokyetkinlikli işçiye, piyasasının gerektirdiği ücreti vermek ya da potansiyel sahibi (mümkünse halihazırda şirkette çalışmakta olan) işçilerden ilgili yetkinliklerde işçi yetiştirmek. İşçinin bulunup işe alınması ve verilmesi gereken yüksek ücretle yeni işçi alımı, eğitim masrafını ve eğitim - işe adaptasyon süresinin getireceği kayıpları bir teraziye koyar ve tercihini yapar. İşte bu nedenlerden ötürü sermayeden sık sık "ara eleman yetiştirme sorunumuz var, okullarda eğitim yetersiz" serzenişini duyarız. Bunun nedeni sermayenin, nitelikli işsiz sayısını yetersiz bulmasıdır. Sistem ister ki nitelikli işçi (ve dolayısıyla nitelikli işsiz) sayısı da mümkün olabildiği kadar yüksek olsun ki emek piyasasındaki birim emek ücreti düşsün. Böylelikle hem şirket içindeki eğitim masraflarının kısılması, hem de gereken nitelikteki kişinin hemen bulunması sağlanacaktır. Yukarıda anlattığım tercih zorunluluğundan kurtulmuş olur sermaye.
Taşeron işçilerde ise durum farklıdır. Emek piyasası, yüksek işsizlik nedeniye düşük ücretlerle çalışmayı gerektirir. Niteliksiz emek gerektiren işler için bu kapsamdaki işçiler çalıştırılmalıdır. Çokyetkinlikli bir işçinin niteliksiz bir işte çalıştırılması hem ödenen ücret nedeniyle israftır hem de zordur, motivasyon düşürücü etkisi vardır. Ayrıca, yalınlaştırma kapsamındaki iyileştirmeler öncelikle niteliksiz işlerin elimine edilmesini hedeflediğinden taşeron işçi sayısı, kadrolulara göre daha esnek olmalıdır. Yeni bir hat yatırımı olduğunda kurulumlar nedeniyle daha çok niteliksiz işçi gerekirken, hat oturup iyileştirmeler devreye girdikçe niteliksiz işçi sayısı azalacaktır. Bu grup işçinin kendisini aileden hissetmesi beklenmez.
İşçileri ele alırken bu ayrıma dikkat edilmesi gerekir. Sermaye bu yolla işçi sınıfını temelde ikiye bölmekte, ortak sorun ve çelişkileri, şirketle karşılıklı ilişkilerini  farklılaştırarak görünmez kılmaktadır. 

(*) Bu yazıda taşeron işçiler, görece niteliksiz olanlar anlamında kullanılmıştır. İşletmede ihtiyaç duyulan spesifik bir iş için kısa süreli anlaşmayla çağrılan uzmanlaşmış firmaların işçileri elbette bu kapsamda değildir.

5 Temmuz 2015 Pazar

Yalın Üretim 2: Sistemin Uygulanma Nedenleri

Serinin bir önceki yazısında, üretim sistemlerinin tarihçesi üzerinden gidip yalının temel felsefesini açıklamıştık. Bu yazıda da sermayeyi, yalın üretim yöntemlerini uygulamaya iten nedenleri tartışacağız.
Öncelikle yalın, moda bir kavram olduğundan ucundan kıyısından yalın ile bağlantılı yöntemler uygulayan çoğu işletmede yalın üretim sistemlerinin uygulandığına dair iddialar karşımıza çıkabilir. Ancak yalın üretim, işçiye verdiği yönetim görevleri, iyileştirme önerisi yapma yetkisi ve teşviği, kalite kontrol görevi, bakım yapma görevi ve sistemin fabrika çalışanlarının insiyatifi de dahil olmak üzere topyekun sahiplenilmesini gerektirdiğinden öncül yatırımı pahalı, bütünleşik bir uygulamadır. İşletmenin ürettiği ürün, iş akışı, yönetim mekanizması, çalışan örgütlenmesi, kronik kayıpları, doğasından gelen hastalıkları da dahil olmak üzere işletmenin ruhuyla ilgili olduğundan dikkatli olunması gereken, adım adım ilerleyen, bazı kayıpları göze alan, çoğunlukla danışmanlık gerektiren bir uygulamadır. Bu nedenle, yalın üretim sistemini uygulayan ya da uygulamaya çalışan işletme dediğimizde, yukarıdaki problemleri göze almış olan işletmeyi anlamalıyız.
Pekiyi işletmenin bunları göze alması için üretim araçlarının sahibi olan sermayenin içinde bulunması gereken durumlar nelerdir? Sermayenin, piyasa rekabet koşulları içinde, kısa vadeli ve ürün fiyatında anlamlı artışa neden olmayan teknolojik atılımla rakiplerinin önüne geçemediği, ürünler arasındaki küçük fiyat ve özellik esnekliği gibi farkların müşterinin kararını kolayca değiştirebildiği, ürün çıkartma süresinin rakiplerine yakın olması gerektiği durumların varolması gerekir. Örneğin fast food dükkanımıza özel yaptırdığımız müşteriyi büyüleyen yeni bir sos üretme makinası çok ucuzsa ve bizden başkasına yapmayacağına dair üreticisinden söz aldıysak ya da müşterilerimiz, eşi benzeri bulunmaz ayvalık tostumuza aşıksa ve rakibimizin ürününü 5 dakikada alırken bizimkini 15 dakika bekleyebiliyorsa yalın üretim gibi bir derdimiz yoktur. Ama rakiplerimizle hemen hemen aynı yöntemle, yakın kalitede, yakın sürelerde, benzer ürün esneklikleriyle fast food ürünleri çıkartıyorsak israflarımızdan arınmalı, çalışanlarımıza ek yetki ve sorumluluklar vererek birim ürünü daha az, ama daha yetkin çalışanla istenilen kalitede ve zamanda çıkartmalıyız. Burada anahtar kavramlar; israf, yetkinlik, zaman, birim ürün için daha az kaynak ve birim kaynak kullanılarak daha fazla üründür.  Dolayısıyla sermaye, rekabet koşullarında yukarıdaki şekillerde tıkandıysa yalın üretimi uygulamak zorunda kalır (*).
Sermaye ne zaman toplumsal desteğe ihtiyaç duysa bir "ülkü rüzgarı" estirir. Bu rüzgar ihtiyaca göre, vatan savunması, teröre karşı savaş, alın verin ekonomiye can verin gibi şekillerde olabilir. Yalın üretimin uygulanması istendiğinde de benzer bir kampanya görürüz. Ama altı sigma gibi yönetici ve yönetici adaylarının çabasını gerektiren yerlerde aynı rüzgarı hissetmeyiz. Çünkü bu grup çalışanların motivasyonları farklıdır. Önümüzdeki yazıda bu rüzgara ve çalışanların doğrudan görevlerine değineceğiz.

(*) Özellikle Japonya kökenli bir sistem olduğundan prensipleri katıdır. İşletmenin ruhuna göre esnetmek dahi soru işaretleriyle karşılanır. Ayrıca postmodern dünyada felsefe yapmak da yasaklı olduğundan fikir üstünüze tartışılmazlığıyla gelir. Bu nedenle zorunda kalır dedim.

29 Haziran 2015 Pazartesi

Yalın Üretim 1: Temel Felsefe

Blog yazılarıma bir yazı serisi ile devam etmek istiyorum. Çalışan sınıfların tümünü etkisi altına almakta olan yalın üretim ya da üretimde yalınlaşma konularını inceleyeceğiz bu seride. Sınıf açısından yazmaya değer başka bir gelişme olmadıkça da seriye kesintisiz devam edeceğim. Sıkıcı olmaması açısından örneklerimi kuramsal bir fast-food dükkanından seçeceğim. Elbette amacımız konunun her yönüyle kavranması değil, çalışanlar üzerindeki etkisini tartışmaktır. Dolayısıyla, eğer ilk kez duyuyorsanız konu hakkında özet ön bilgi edinmenizi tavsiye ederim.
Sanayi devrimi sonrası, ustalığın çalışandan alınıp işletmeye aktarılması, böylelikle kişilere bağlı kalmaksızın, sermayenin emek üzerindeki yönlendiriciliğinin sistematik hale getirilmesi için çeşitli yollar aranmıştı. Buradaki temel amaç, çözülen bir problemin tekrar çözülmesine gerek kalmaması, işletmenin bu problemin çözümünü öğrenmesi ve işçiye, işçinin de konu üzerine bir daha düşünmesine gerek kalmaksızın bu bilgiyi aktarabilmesiydi. Ayrıca işletme, işçinin ürün niceliği üzerine de söz sahibi oluyor, "iş sırasında kaytarma" sorununun önüne geçiyordu. Bunu teorize edip uygulayan kişi Frederick Taylor (1856 - 1915) oldu. Standardizasyon ana temaydı ve problem, işçinin el becerisinin üründeki etkisini en aza indirmekti. Sonrasında standardiazsyon probleminin çözümü, Henry Ford'un (1863 - 1947) zaten daha önceden keşfedilmiş olan yürüyen hat uygulamalarını sanayiye uygulamasıyla en yüksek seviyesine ulaştı. Ford'un çözümünde işçi, öylesine özelleşmiş araçlar kullanıyordu ki, herhangi bir yeteneği olmasına gerek kalmıyordu. Yaptığı iş de o kadar tekdüzeydi ki, Taylor'un niceliksel probleminin takibi de fazlasıyla mümkün oluyordu. Ayrıca yürüyen hat, çalışanın ne kadar hızla çalışması gerektiğine karar veriyordu, bu yeni bir şeydi.
Yalın ise, kapitalizmin başka bir krizi sırasında, yukarıdaki üretim yöntemlerinin sıkıştığı petrol krizi döneminde 70'lerin sonlarına doğru ortaya çıktı. Ortaya çıktığı yer de, felsefesinin doğuşuna belki de en uygun yer olan Japonya oldu. Çıkış koşulları; doğal kaynakların ve insan kaynağının görece sınırlı olduğu ve tüketimin düşük, dolayısıyla ihracata bağımlı, varolan otomotiv sektörüne yeni oyuncu olarak girmeye çalışan Japonya, oyuncu sayısının çoğalması nedeniyle arzın artması ve fiyatları düşürme baskısı olan bir piyasa ve atılım yaratacak bilimsel gelişmelerin uzun süre sınırlı kaldığı bir ortamdı. Böyle bir durum tüm işletmeleri, varolan üretimlerini daha ucuza yapmaya, ham madde alırken gereken zamanda gerektiği kadar almaya, satabileceği zaman; müşterinin istediği özelliklerdeki üretimi tamamlayıp satmaya zorluyordu. Artık müşteri, eskisi gibi yapılan arabayı almıyor, istediği arabayı almak istiyor, ayrıca o yapılana kadar beklemeye de razı olmuyordu. Yani fast-food dükkanımızın müşterisi artık, ne kadar müşteri yoğunluğu olursa olsun hamburgerinin pişme süresinin en iyi ihtimalle aynı kalmasını ve alacağı hamburgerin turşusuz olma, ketçaplı ama mayonezsiz olma gibi opsiyonları üzerinde belirleyici olmak istiyordu.
İşte bu koşullar, hem sermaye, hem işletmeler hem de çalışanlar açısından köklü değişimlere yol açtı. Bundan sonraki yazılarda da yalın üretimde kullanılan yöntemler üzerinden bu değişimleri inceleyeceğiz. Sermayenin işletmeyi yalınlaştırırken emek yönetimi konusunda nasıl bir ilerleme kaydettiğini, çalışanlar açısından oluşan yeni durumun neler kazandırıp neler kaybettirdiğine bakacağız.

21 Haziran 2015 Pazar

Yaka Renginden Sınıf Tahlili

Mavi yaka ve beyaz yakalılığın anlamı üzerine daha önce de yazmıştık. İlgili yazıyı şu linkte bulabilirsiniz:
http://alemireayan.blogspot.com.tr/2014/12/yaka-renkleri-ve-snf-yaklasm.html
Özetle bu yazıda, yaka renginin okunan okul ya da alınan parayla ilgili değil, üretilen ürüne doğrudan emek katkısı olup olmadığı ile ilgili olduğunu "ekmeği elleme" metaforu üzerinden tartışmıştık.
Aynı konuyu, bu kez başka bir arkadaşım, kendi blogunda incelemiş ve yaka renginin sınıf tanımına etkisini tartışmış. Aşağıdaki linkte yazının tamamını bulabilirsiniz:
http://somutdurumuntahlili.blogspot.com.tr/2015/06/somut-durum.html?spref=fb

Konumuz sınıf tahlili olduğuna göre, tartışmaya nereden başladığımızı tanımlayalım: "...proletarya denince kendi üretim araçlarına sahip olmadıklarından emek güçlerini satmaya muhtaç olan modern ücretli işçiler sınıfı anlaşılır."(1) Dolayısıyla temel problemimiz emek gücünü satmaya muhtaç olmaktır. Acaba yaka rengimiz değişince bu ihtiyaç ilişkisi değişiyor mu?

Benim görüşüme göre, ücretli çalışan bir kimsenin bu ihtiyaç ilişkisinden çıkabilmesi için şöyle bir yol vardır: Kendisinin, üzerinde taşıdığı öyle bir yeteneği vardır ki, bu yeteneği kullanarak gerektiğinde -ulaşılabilir sermaye miktarlarıyla- kendi işini kurarak küçük burjuva(*) ya da burjuva olabilir. Bu olasılığı "cebinde" taşımayan herhangi bir ücretli çalışan bu ihtiyaç ilişkisinin içinde olduğundan işçi kabul edilmelidir. Örneğin özel hastanede çalışan bir uzman doktor, beyaz yakalı bir çalışandır. Kendi işini kurma şansı, ulaşabileceği sermayelerle cebinde bulunduğundan benim yaklaşımıma göre işçi sınıfından sayılmaz. Potansiyel küçük burjuvadır. Yani beyazötesi yakadır :) Oysa demir çelik fabrikasında çalışan bir mühendis, ne kadar yetkili olursa olsun o ya da başka bir fabrikada ücretli çalışarak yaşamını devam ettirmek zorunda olduğundan işçidir.

Tartışmaya bir diğer boyutu da Sungur Savran, "Sınıfları Haritalamak" (2) adlı makalesinde kazandırmış. Tanımında: "Geçimini sağlayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olan ve sermayenin ajanı olarak işlev üstlenmeyen her çalışan işçi sınıfının bir mensubudur." demektedir. "Sermayenin ajanı olarak işlev üstlenmemiş" diyerek, üst düzey şirket yöneticilerini işçi sınıfı tanımının dışında bırakmaktadır. Bu tanımda açık konu, hangi yetki ve sorumluluğu almış kişilerin bu kapsama alınması gerekliliğidir ki Savran tanımı, sermaye/devlet adına karar yetkisine dayandırdığından "yatırım karar yetkisi olan kişi" işçi sınıfı dışında tutulabilir demektedir. Beyazötesi yakalılık Savran'ın tanımında işyeri içindeki konumla ilgilidir.

Mavi yakalı işçinin işçi sınıfından olduğu şüphe götürmezken, beyaz yakalı çalışanlar arasında işçi sınıfına dahil olmayanlar olduğu ve bunların kimler olduğu günümüzde tartışma konusu. Bu tartışmayı önemli kılan ise, normal yaşantıda sınıflar iç içe görünürken, herhangi bir kriz anında herkesin kendi sınıfı çıkarına davranacağı bilindiğinden kriz öncesi örgütlenme çizgisinin nereden çekileceğine olan etkisidir. İşveren vekilliği havucunun hangi beyaz yakalının "önünde" ve hangisinin "elinde" olduğunu tartışmaya devam edeceğiz.



(1) Marx, Karl - Engels, Freidrich, Komünist Manifesto
(*) Küçük burjuva dediğimiz kişi, kendi işyerinin sahibi olmakla beraber kontrolünde işçi çalışmayan ya da çok az işçi çalışan kişidir. Esnafların tamamı, eczacılar, özel muayenehanesi olan doktorlar, diş hekimleri buna dahildir.
(2) Savran, Sungur, Sınıfları Haritalamak: Sınıflar Birbirinden Nasıl Ayrılır?, Marksizm ve Sınıflar, Yordam Yayınları, 2014