Translate

21 Eylül 2015 Pazartesi

Erken Seçim ve Ortak Sessizlikler

1 Kasım'da erken seçim ile bir kez daha önümüze sandık konacak son yıllarda sık sık yapıldığı gibi. Dikkat ettiyseniz iktidar, 12 Eylül 2010 referandumu sonrasındaki gelişmelerle özellikle liberal desteğini (ki bu desteğin ağırlığı yurtiçinden çok yurtdışından gelmektedir) kaybedince önümüze daha sık sandık koyar oldu. Toplumsal desteğin zayıfladığının anlaşıldığı son seçimin ardından beklenmedik bir hızla geliyor sandık önümüze.
Pekiyi bu toplumsal destek dediğimiz, kitlelerin kendi taleplerini siyasete yansıtması mıdır? Siyaseten konuşulanların ne kadarı herhangi birimizin günlük hayatını, haftada en az 45 saatini verdiği emeğin değerini, kalan zamanının kalitesini etkileyebilecek konularla ilgilidir? Aslında seçimlerden konuşurken öncelikle tartışmamız gerekenler, seçim barajını geçmesi beklenen (ve dolayısıyla oy verilmeye "layık" görülen) partilerin söylemleri arasındaki farklar değil benzerliklerdir. Yani seçim barajını aşması beklenen dört partinin ortak noktalarını konuşmalıyız. Konuşmalıyız ki neye "mahkum" olduğumuzu görelim, konuşmalıyız ki aslında neyin "vazgeçilmez" olduğunu bilelim.
Etnik siyaseti merkeze koyması ve ülke eksenine aykırı duruşu nedeniyle sermayenin etkisi görünür olmayan HDP'yi bir kenara koyarsak, diğer üç partinin yatırımlarla, yani toplanan vergi ve bulunan kredilerle ilgili yatırım projeleri arasındaki fark, sermayenin yeniden yapılanması ile ilgilidir. Kim daha çok vergi toplayabilir ve daha kolay kredi bulabilirse, onun projeleri ve dolayısıyla onu destekleyen sermaye kesimi güçlenecektir. Bu partilerin ortak sessizliği emek politikaları üzerinedir. Asgari ücret düzeyi, daha önceki yazılarda da belirttiğim gibi niteliksiz emek arzıyla ilgili olup örgütsüz asgari ücret istihdamının büyük bölümünü barındıran küçük patron şirketleri için tepeden hükümet tarafından belirlenemez. Hükümet asgari ücreti ne kadar yukarı çekerse çeksin işçi, patronunun kendisine verdiği asgari ücreti alıp fazlasını elden patronuna geri ödemek zorunda kalacaktır. Mevcut ekonomik yapıda sistem, yerel fiyatların ve kısıtlı ihracatın etlikenmemesi için bu kanunsuzluğa göz yummak zorunda kalacaktır. HDP'yi ele aldığımızda da, 7 haziran öncesi haftalık 35-40 çalışma saati vurgusunun gündem yoğunluğundan açılamıyor olduğunu varsayalım. Öyle dahi olsa, çalışma saatlerinin ortalama 50 saatin üzerinde olduğu ülkemizde, buna neden olan koşulları hedef almadan çalışma saati söylemi de maalesef yukarıdaki asgari ücret ağırlığında kalıyor. Hedef alınsaydı, aynı zamanda hedef aldıkları medyada yine yer bulabilirler miydi düşünelim.
Konumuz emek olduğundan emek sessizliğini vurguladım. Farklı konular da bulabiliriz. Ama seçim dediğimizde, o tartışma programlarında boy gösterenlerin tartıştıkları değil anlaştıkları konuları görelim. İşte o konulardır bizlerin hayatıyla ilgili olan. Ve biz bu hayatı yaratıyor ve yaşıyorsak, hayatı onların anlaştığı gibi mi yaşamak istediğimizi, zorunda olduğumuzu sorgulayalım. Yanıtımız hayır ise, yolumuz o sandığın ötesinden geçiyor. Örgütlenmeden, medyayı aşarak sesimizi daha da ötesine duyurmaktan geçiyor. Tek şehirde, tek ülkede değil, aynı sosyoekonomik ve sınıfsal yapıyı paylaşan her yerde... 

30 Ağustos 2015 Pazar

Yalın Üretim 3: İşçilerde Temel Ayrım

Önceki iki yazıda, sermayenin yalın üretim sistemini neden uyguladığını, neden uygulamayı seçtiğini ya da neden uygulamak zorunda olduğuna değinmiştik. Bu yazıda da sistemin temel öğesi olan işçilerin yönetimindeki temel bir ayrımı ele alacağız.
Sistemde işçiler iki grup halinde çalıştırılırlar: kadrolular ve taşeronlar(*). Bu ayrımın nedeni, sistemin ihtiyaç duyduğu çokyetkinlikli (polyvalent) işçilerle niteliksiz işçilerin emek piyasasındaki birim emeğinin fiyat farkındandır. Türkiye gibi sistemlerde, niteliksiz işsiz sayısının yüksek olmasından ötürü niteliksiz emeğin ücreti düşüktür. Niteliksiz emek gerektiren işlerde taşeron işçi kullanımı tercih edilir. Çokyetkinlikli işçinin eğitimi ve işe adaptasyonu pahalı ve uzun bir süreç gerektirdiğinden kadrolu olması ve kendisini, çalıştığı şirketin "ailesinden" hissetmesi tercih edilir. 
Çokyetkinlikli her bir işçi, yetkin olduğu işlerle ilgili kendi emek piyasasını oluşturduğundan, aynı yetkinlik kombinasyonundaki çokyetkinlikli işçilerin sayısı azdır. Sermayenin, ihtiyaç duyduğu anda bu işçileri bulabilmesi de zor olduğundan emek piyasasındaki fiyatlar hızla yükselir. Bu noktada sermaye bir tercih yapmak zorunda kalır: çokyetkinlikli işçiye, piyasasının gerektirdiği ücreti vermek ya da potansiyel sahibi (mümkünse halihazırda şirkette çalışmakta olan) işçilerden ilgili yetkinliklerde işçi yetiştirmek. İşçinin bulunup işe alınması ve verilmesi gereken yüksek ücretle yeni işçi alımı, eğitim masrafını ve eğitim - işe adaptasyon süresinin getireceği kayıpları bir teraziye koyar ve tercihini yapar. İşte bu nedenlerden ötürü sermayeden sık sık "ara eleman yetiştirme sorunumuz var, okullarda eğitim yetersiz" serzenişini duyarız. Bunun nedeni sermayenin, nitelikli işsiz sayısını yetersiz bulmasıdır. Sistem ister ki nitelikli işçi (ve dolayısıyla nitelikli işsiz) sayısı da mümkün olabildiği kadar yüksek olsun ki emek piyasasındaki birim emek ücreti düşsün. Böylelikle hem şirket içindeki eğitim masraflarının kısılması, hem de gereken nitelikteki kişinin hemen bulunması sağlanacaktır. Yukarıda anlattığım tercih zorunluluğundan kurtulmuş olur sermaye.
Taşeron işçilerde ise durum farklıdır. Emek piyasası, yüksek işsizlik nedeniye düşük ücretlerle çalışmayı gerektirir. Niteliksiz emek gerektiren işler için bu kapsamdaki işçiler çalıştırılmalıdır. Çokyetkinlikli bir işçinin niteliksiz bir işte çalıştırılması hem ödenen ücret nedeniyle israftır hem de zordur, motivasyon düşürücü etkisi vardır. Ayrıca, yalınlaştırma kapsamındaki iyileştirmeler öncelikle niteliksiz işlerin elimine edilmesini hedeflediğinden taşeron işçi sayısı, kadrolulara göre daha esnek olmalıdır. Yeni bir hat yatırımı olduğunda kurulumlar nedeniyle daha çok niteliksiz işçi gerekirken, hat oturup iyileştirmeler devreye girdikçe niteliksiz işçi sayısı azalacaktır. Bu grup işçinin kendisini aileden hissetmesi beklenmez.
İşçileri ele alırken bu ayrıma dikkat edilmesi gerekir. Sermaye bu yolla işçi sınıfını temelde ikiye bölmekte, ortak sorun ve çelişkileri, şirketle karşılıklı ilişkilerini  farklılaştırarak görünmez kılmaktadır. 

(*) Bu yazıda taşeron işçiler, görece niteliksiz olanlar anlamında kullanılmıştır. İşletmede ihtiyaç duyulan spesifik bir iş için kısa süreli anlaşmayla çağrılan uzmanlaşmış firmaların işçileri elbette bu kapsamda değildir.

5 Temmuz 2015 Pazar

Yalın Üretim 2: Sistemin Uygulanma Nedenleri

Serinin bir önceki yazısında, üretim sistemlerinin tarihçesi üzerinden gidip yalının temel felsefesini açıklamıştık. Bu yazıda da sermayeyi, yalın üretim yöntemlerini uygulamaya iten nedenleri tartışacağız.
Öncelikle yalın, moda bir kavram olduğundan ucundan kıyısından yalın ile bağlantılı yöntemler uygulayan çoğu işletmede yalın üretim sistemlerinin uygulandığına dair iddialar karşımıza çıkabilir. Ancak yalın üretim, işçiye verdiği yönetim görevleri, iyileştirme önerisi yapma yetkisi ve teşviği, kalite kontrol görevi, bakım yapma görevi ve sistemin fabrika çalışanlarının insiyatifi de dahil olmak üzere topyekun sahiplenilmesini gerektirdiğinden öncül yatırımı pahalı, bütünleşik bir uygulamadır. İşletmenin ürettiği ürün, iş akışı, yönetim mekanizması, çalışan örgütlenmesi, kronik kayıpları, doğasından gelen hastalıkları da dahil olmak üzere işletmenin ruhuyla ilgili olduğundan dikkatli olunması gereken, adım adım ilerleyen, bazı kayıpları göze alan, çoğunlukla danışmanlık gerektiren bir uygulamadır. Bu nedenle, yalın üretim sistemini uygulayan ya da uygulamaya çalışan işletme dediğimizde, yukarıdaki problemleri göze almış olan işletmeyi anlamalıyız.
Pekiyi işletmenin bunları göze alması için üretim araçlarının sahibi olan sermayenin içinde bulunması gereken durumlar nelerdir? Sermayenin, piyasa rekabet koşulları içinde, kısa vadeli ve ürün fiyatında anlamlı artışa neden olmayan teknolojik atılımla rakiplerinin önüne geçemediği, ürünler arasındaki küçük fiyat ve özellik esnekliği gibi farkların müşterinin kararını kolayca değiştirebildiği, ürün çıkartma süresinin rakiplerine yakın olması gerektiği durumların varolması gerekir. Örneğin fast food dükkanımıza özel yaptırdığımız müşteriyi büyüleyen yeni bir sos üretme makinası çok ucuzsa ve bizden başkasına yapmayacağına dair üreticisinden söz aldıysak ya da müşterilerimiz, eşi benzeri bulunmaz ayvalık tostumuza aşıksa ve rakibimizin ürününü 5 dakikada alırken bizimkini 15 dakika bekleyebiliyorsa yalın üretim gibi bir derdimiz yoktur. Ama rakiplerimizle hemen hemen aynı yöntemle, yakın kalitede, yakın sürelerde, benzer ürün esneklikleriyle fast food ürünleri çıkartıyorsak israflarımızdan arınmalı, çalışanlarımıza ek yetki ve sorumluluklar vererek birim ürünü daha az, ama daha yetkin çalışanla istenilen kalitede ve zamanda çıkartmalıyız. Burada anahtar kavramlar; israf, yetkinlik, zaman, birim ürün için daha az kaynak ve birim kaynak kullanılarak daha fazla üründür.  Dolayısıyla sermaye, rekabet koşullarında yukarıdaki şekillerde tıkandıysa yalın üretimi uygulamak zorunda kalır (*).
Sermaye ne zaman toplumsal desteğe ihtiyaç duysa bir "ülkü rüzgarı" estirir. Bu rüzgar ihtiyaca göre, vatan savunması, teröre karşı savaş, alın verin ekonomiye can verin gibi şekillerde olabilir. Yalın üretimin uygulanması istendiğinde de benzer bir kampanya görürüz. Ama altı sigma gibi yönetici ve yönetici adaylarının çabasını gerektiren yerlerde aynı rüzgarı hissetmeyiz. Çünkü bu grup çalışanların motivasyonları farklıdır. Önümüzdeki yazıda bu rüzgara ve çalışanların doğrudan görevlerine değineceğiz.

(*) Özellikle Japonya kökenli bir sistem olduğundan prensipleri katıdır. İşletmenin ruhuna göre esnetmek dahi soru işaretleriyle karşılanır. Ayrıca postmodern dünyada felsefe yapmak da yasaklı olduğundan fikir üstünüze tartışılmazlığıyla gelir. Bu nedenle zorunda kalır dedim.

29 Haziran 2015 Pazartesi

Yalın Üretim 1: Temel Felsefe

Blog yazılarıma bir yazı serisi ile devam etmek istiyorum. Çalışan sınıfların tümünü etkisi altına almakta olan yalın üretim ya da üretimde yalınlaşma konularını inceleyeceğiz bu seride. Sınıf açısından yazmaya değer başka bir gelişme olmadıkça da seriye kesintisiz devam edeceğim. Sıkıcı olmaması açısından örneklerimi kuramsal bir fast-food dükkanından seçeceğim. Elbette amacımız konunun her yönüyle kavranması değil, çalışanlar üzerindeki etkisini tartışmaktır. Dolayısıyla, eğer ilk kez duyuyorsanız konu hakkında özet ön bilgi edinmenizi tavsiye ederim.
Sanayi devrimi sonrası, ustalığın çalışandan alınıp işletmeye aktarılması, böylelikle kişilere bağlı kalmaksızın, sermayenin emek üzerindeki yönlendiriciliğinin sistematik hale getirilmesi için çeşitli yollar aranmıştı. Buradaki temel amaç, çözülen bir problemin tekrar çözülmesine gerek kalmaması, işletmenin bu problemin çözümünü öğrenmesi ve işçiye, işçinin de konu üzerine bir daha düşünmesine gerek kalmaksızın bu bilgiyi aktarabilmesiydi. Ayrıca işletme, işçinin ürün niceliği üzerine de söz sahibi oluyor, "iş sırasında kaytarma" sorununun önüne geçiyordu. Bunu teorize edip uygulayan kişi Frederick Taylor (1856 - 1915) oldu. Standardizasyon ana temaydı ve problem, işçinin el becerisinin üründeki etkisini en aza indirmekti. Sonrasında standardiazsyon probleminin çözümü, Henry Ford'un (1863 - 1947) zaten daha önceden keşfedilmiş olan yürüyen hat uygulamalarını sanayiye uygulamasıyla en yüksek seviyesine ulaştı. Ford'un çözümünde işçi, öylesine özelleşmiş araçlar kullanıyordu ki, herhangi bir yeteneği olmasına gerek kalmıyordu. Yaptığı iş de o kadar tekdüzeydi ki, Taylor'un niceliksel probleminin takibi de fazlasıyla mümkün oluyordu. Ayrıca yürüyen hat, çalışanın ne kadar hızla çalışması gerektiğine karar veriyordu, bu yeni bir şeydi.
Yalın ise, kapitalizmin başka bir krizi sırasında, yukarıdaki üretim yöntemlerinin sıkıştığı petrol krizi döneminde 70'lerin sonlarına doğru ortaya çıktı. Ortaya çıktığı yer de, felsefesinin doğuşuna belki de en uygun yer olan Japonya oldu. Çıkış koşulları; doğal kaynakların ve insan kaynağının görece sınırlı olduğu ve tüketimin düşük, dolayısıyla ihracata bağımlı, varolan otomotiv sektörüne yeni oyuncu olarak girmeye çalışan Japonya, oyuncu sayısının çoğalması nedeniyle arzın artması ve fiyatları düşürme baskısı olan bir piyasa ve atılım yaratacak bilimsel gelişmelerin uzun süre sınırlı kaldığı bir ortamdı. Böyle bir durum tüm işletmeleri, varolan üretimlerini daha ucuza yapmaya, ham madde alırken gereken zamanda gerektiği kadar almaya, satabileceği zaman; müşterinin istediği özelliklerdeki üretimi tamamlayıp satmaya zorluyordu. Artık müşteri, eskisi gibi yapılan arabayı almıyor, istediği arabayı almak istiyor, ayrıca o yapılana kadar beklemeye de razı olmuyordu. Yani fast-food dükkanımızın müşterisi artık, ne kadar müşteri yoğunluğu olursa olsun hamburgerinin pişme süresinin en iyi ihtimalle aynı kalmasını ve alacağı hamburgerin turşusuz olma, ketçaplı ama mayonezsiz olma gibi opsiyonları üzerinde belirleyici olmak istiyordu.
İşte bu koşullar, hem sermaye, hem işletmeler hem de çalışanlar açısından köklü değişimlere yol açtı. Bundan sonraki yazılarda da yalın üretimde kullanılan yöntemler üzerinden bu değişimleri inceleyeceğiz. Sermayenin işletmeyi yalınlaştırırken emek yönetimi konusunda nasıl bir ilerleme kaydettiğini, çalışanlar açısından oluşan yeni durumun neler kazandırıp neler kaybettirdiğine bakacağız.

21 Haziran 2015 Pazar

Yaka Renginden Sınıf Tahlili

Mavi yaka ve beyaz yakalılığın anlamı üzerine daha önce de yazmıştık. İlgili yazıyı şu linkte bulabilirsiniz:
http://alemireayan.blogspot.com.tr/2014/12/yaka-renkleri-ve-snf-yaklasm.html
Özetle bu yazıda, yaka renginin okunan okul ya da alınan parayla ilgili değil, üretilen ürüne doğrudan emek katkısı olup olmadığı ile ilgili olduğunu "ekmeği elleme" metaforu üzerinden tartışmıştık.
Aynı konuyu, bu kez başka bir arkadaşım, kendi blogunda incelemiş ve yaka renginin sınıf tanımına etkisini tartışmış. Aşağıdaki linkte yazının tamamını bulabilirsiniz:
http://somutdurumuntahlili.blogspot.com.tr/2015/06/somut-durum.html?spref=fb

Konumuz sınıf tahlili olduğuna göre, tartışmaya nereden başladığımızı tanımlayalım: "...proletarya denince kendi üretim araçlarına sahip olmadıklarından emek güçlerini satmaya muhtaç olan modern ücretli işçiler sınıfı anlaşılır."(1) Dolayısıyla temel problemimiz emek gücünü satmaya muhtaç olmaktır. Acaba yaka rengimiz değişince bu ihtiyaç ilişkisi değişiyor mu?

Benim görüşüme göre, ücretli çalışan bir kimsenin bu ihtiyaç ilişkisinden çıkabilmesi için şöyle bir yol vardır: Kendisinin, üzerinde taşıdığı öyle bir yeteneği vardır ki, bu yeteneği kullanarak gerektiğinde -ulaşılabilir sermaye miktarlarıyla- kendi işini kurarak küçük burjuva(*) ya da burjuva olabilir. Bu olasılığı "cebinde" taşımayan herhangi bir ücretli çalışan bu ihtiyaç ilişkisinin içinde olduğundan işçi kabul edilmelidir. Örneğin özel hastanede çalışan bir uzman doktor, beyaz yakalı bir çalışandır. Kendi işini kurma şansı, ulaşabileceği sermayelerle cebinde bulunduğundan benim yaklaşımıma göre işçi sınıfından sayılmaz. Potansiyel küçük burjuvadır. Yani beyazötesi yakadır :) Oysa demir çelik fabrikasında çalışan bir mühendis, ne kadar yetkili olursa olsun o ya da başka bir fabrikada ücretli çalışarak yaşamını devam ettirmek zorunda olduğundan işçidir.

Tartışmaya bir diğer boyutu da Sungur Savran, "Sınıfları Haritalamak" (2) adlı makalesinde kazandırmış. Tanımında: "Geçimini sağlayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olan ve sermayenin ajanı olarak işlev üstlenmeyen her çalışan işçi sınıfının bir mensubudur." demektedir. "Sermayenin ajanı olarak işlev üstlenmemiş" diyerek, üst düzey şirket yöneticilerini işçi sınıfı tanımının dışında bırakmaktadır. Bu tanımda açık konu, hangi yetki ve sorumluluğu almış kişilerin bu kapsama alınması gerekliliğidir ki Savran tanımı, sermaye/devlet adına karar yetkisine dayandırdığından "yatırım karar yetkisi olan kişi" işçi sınıfı dışında tutulabilir demektedir. Beyazötesi yakalılık Savran'ın tanımında işyeri içindeki konumla ilgilidir.

Mavi yakalı işçinin işçi sınıfından olduğu şüphe götürmezken, beyaz yakalı çalışanlar arasında işçi sınıfına dahil olmayanlar olduğu ve bunların kimler olduğu günümüzde tartışma konusu. Bu tartışmayı önemli kılan ise, normal yaşantıda sınıflar iç içe görünürken, herhangi bir kriz anında herkesin kendi sınıfı çıkarına davranacağı bilindiğinden kriz öncesi örgütlenme çizgisinin nereden çekileceğine olan etkisidir. İşveren vekilliği havucunun hangi beyaz yakalının "önünde" ve hangisinin "elinde" olduğunu tartışmaya devam edeceğiz.



(1) Marx, Karl - Engels, Freidrich, Komünist Manifesto
(*) Küçük burjuva dediğimiz kişi, kendi işyerinin sahibi olmakla beraber kontrolünde işçi çalışmayan ya da çok az işçi çalışan kişidir. Esnafların tamamı, eczacılar, özel muayenehanesi olan doktorlar, diş hekimleri buna dahildir.
(2) Savran, Sungur, Sınıfları Haritalamak: Sınıflar Birbirinden Nasıl Ayrılır?, Marksizm ve Sınıflar, Yordam Yayınları, 2014

22 Şubat 2015 Pazar

Otoriter Yönetim ve Yayılmacı Hayaller

Aslında ülke, bir Türk Devleti olarak, denge koşullarına dönüyor. Devlet dininin tanrısından kut aldığı tebaası tarafından kabul gören bir hükümdar, itaatkarlığı askerliğe bakışı ve askerliği yapışında cisimleşmiş bir tebaa ve bu hükümet - tebaa merkez dengesinin sağladığı pax-romana (*) tipi bir barış içinde yaşayan, etnik ve dini olarak merkezin dışında kalan halklardan oluşan bir denge koşullarına dönüyor.  1923 devrimiyle gelen mantıksal pozitivist dalganın militarist modernleştirici nefesi çok önceden tükenmişti. Çok önceden beridir, daha geniş halk kitlelerini modernleştiremiyor, yaşam tarzındaki farklılaşma her geçen gün daha çok belirginleşiyordu. Dayanışmacı-kalkınmacı model üzerine kurulu "dikey yücelme" ülküsü, Batı'nın uydusu, ileri karakolu olunarak yücelmesini, verimli bir sanayileşme sağlayamayarak dikeyliğini (sabit, misak-ı milli topraklarını genişletmeden kalkınma) kaybediyordu. Sistem köhneleşiyordu. İşte buna tepki olarak, ülke denge koşullarına dönüyor.
1923 devrimi, iktidarı mutlak hükümdardan alıp vatandaşa vermişti. Üstelik halkın bu yönde bir baskısı olmamasına rağmen kadın vatandaşlar da dahil edilmişti buna o dönemde. Sadece, devrimin tamamlanıp bu olgunun, egemenliğin vatandaşta olduğunun içselleştirilebilmesi, tekrar bir tek ulu hakan modeline dönülmemesi için, kendi parti çıkarlarından gerektiğinde vazgeçebilecek ülküde bir tek partinin iktidarına ihtiyaç vardı. İşte bu parti, 1930-1945 yılları arası bir iç-dış olaylar zinciri sonucunda, belki biraz da ülkenin genleriyle de ilgili olarak, bu ülküden saptı ve din eksenli popülizm ülkeye egemen oldu. İlerleyen yıllarda dikey gelişmenin imkansızlığı her geçen gün kitleleri, yayılmacılığı pazarlayan güçlerin takipçisi yaptı. Hükümdarın kut almışlığının tesisi için dinin, itaatkarlığın sürekliliği için popülizmin gerekliliğini aklınızdan çıkartmayınız.
Şimdi bazı örnekler vereceğim tarihsel süreçten. Bu değişim örneklerinin nedeni, o ülke hükümdarlarının salt iradesi olmayıp teknolojik gelişmeler ve çağın toplumsal etkileşimleri ışığındaki başarılı dönüşümlerdir. Uygurlar ve Karahanlılar, Hun ve Göktürklerden gelen göçebelik mirasını yadsıyarak yerine, yerleşik bir toplum düzenine getirerek yeni ve daha kararlı bir denge durumu oluşturmuşlardı. Osmanlı Devleti, önceki devletlerden gelen "hükümdarın devleti" mirasını yadsımış, yerine hanedan sistemini yerleştirerek yeni ve daha kararlı bir denge kurmuştu. Türkiye Cumhuriyeti, mutlak hükümdardan ve hanedandan iktidarı almış, vatandaşa vermiştir ve kararlı bir denge oluşturmuştur. Bu değişimlerin hiçbirinin gerçekleştikten sonra, çağın gereği, geri dönüşü yoktur.
Şimdi, Cumhuriyet'in başarısız olduğu militarist modernleşme yerini eski, Osmanlı'dan kalma kararlı dengeye bırakıyor. Tanrısından kut aldığı kabul edilen hükümdar, itaatkar bir tebaa, tepedeki güç nedeniyle çatışmayan ötekiler ve yayılmacı idealler. Bir sonraki devrimde hangisiyle yüzleşeceğiz? Teknolojik gelişmeler ve toplumsal etkileşimler bizi hangisiyle yüzleşmek zorunda bırakacak ve biz, devrimlerin motoru olan çalışan sınıflar, bu yüzleşme sonrası adı değişik olup kendisi yine aynı dengeyi sürdüren sözde bir yenilik mi getireceğiz, yoksa kendi yeni ve daha kararlı dengemizi mi kuracağız? Bir de bu açıdan bakılmalı diye düşünüyorum.


(*) Pax-romana = Roma barışı, normal şartlarda çatışacak olan unsurların üstteki güçlü iktidar nedeniyle barış içinde görünmesi. Bu tip barış durumunda iktidar zayıfladığında çatışmalar başlar.


15 Şubat 2015 Pazar

Kadınlar Kazanacak

Elbette böyle bir kadın yazısı yazmak istemezdim. Kadın hareketlerinin kazanımlarından bahseden bir yazı yazmak isterdim ancak bu yazıdaki konumuz da bir kadın cinayeti ve hareketin durumu olacak.
Kadın cinayetleri siyasidir. Nedeni de sistematik bir taciz - tecavüz dalgasının beraberinde gelmesidir. Sadece ülkemizde değil, Batı Asya'nın tüm ülkelerinde yaygın şekilde görünen bir durum olmakla kalmamakta, toplumun algısı da neredeyse tüm olaylarda mağdur olan kadını suçlayıcı ya da kadının da kabahati olabileceği yönünde gelişmektedir. Toplumun hızla muhafazakarlaşmasıyla ve demokratik değerlerin yitirilip çoğunluk diktasına sürüklenmesiyle birlikte ülke, Sünni Müslüman olup evli, çocuklu ve çalışmayan kadınların dışındaki tüm kadınlara karşı yıldırma politikası güden bir çoğunluk terörü yuvasına dönüşmüştür. Sadece böyle kadınlara da değil, öğrenci, bekar, görünüş olarak norm kabul edilen şekilde olmayan erkeklerin de düşmanıdır.
Önceki yazılarımızda erkek egemenliğinin, sınıfsız ilkel komünal toplumdan sınıflı tarım toplumuna geçişle birlikte başladığını aktarmıştım. Erkeğin yerleşikliği ve fiziksel güç gerektiren aktivitelerin üretime hakim olmasıyla birlikte gerileyen kadın gücünü tartışmıştık. Sanayileşme ile birlikte kadınlar da kendi güçlerinin farkına varmış, örgütlü mücadeleleriyle haklar elde etmişlerdi. Türkiye gibi burjuva demokratik devrimi yaşamamış olan ülkelerde kadınlara tepeden verilen hakların ise tam olarak içselleştirilemediği de ortadadır. Bugün tecavüz olaylarının sıklığına dayalı istatistiklere baktığımızda, bu dönüşümü yaşamış olan ülkelerde durumun görece iyi olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Taciz ve tecavüzün görece sık yaşandığı ülkelerin aynı zamanda emek yoğun sektörlere yatırım yapan, dolayısıyla nüfusun artışına dayalı emek ucuzlamasından faydalanan, kendi halkını sömüren ülkeler olduğunu da atlamayalım! Bu nedenle taciz ve tecavüz olaylarının adli vak'alar olarak tek tek değil, toplu bir sosyolojik olgu ve siyasi olay olarak ele alınması, problem çözümünün bahsettiğimiz bu maddesel temellere dayalı olması nedeniyle kritiktir.
Problemin çözümünün, kadınların örgütlü mücadelesiyle, toplumsal varoluşlarını kanıtlamak için ekonomiye katılımlarını inatla sürdürmeleriyle mümkün olduğu ortadadır. Polisiye tedbirler, şeriat önerileri, tecavüz suçuna idam cezası getirilmesi gibi önlemler işe yaramayacaktır. Bir tecavüz ve öldürme olayına adı karışan burjuva ailesini korumak için tüm sistemin nasıl seferber olduğunu, devletin silahlı adamlarının adının karıştığı tecavüz davalarının nasıl kapatıldığını görüyoruz. Devlet, idam cezası ve diğer şer-i kuralları da yine kendisine karşı işlenen suçlara karşı kullanacak, makbul vatandaşı dışında kalan seni beni tanımayacaktır.
Kadınların kazanması, emeği ucuzlatıp bizi daha çok sömüren, kendisinden olmayana karşı örgütlü terör uygulayan sisteme karşı hepimizin kazanmasıdır. Bu nedenle kadınların örgütlü mücadeleye katılması, biz erkeklerin onlara destek olmamız ve her türlü taciz - ayrımcılık durumunda tavır konulup karşı tarafın rahatsız edilmesi, ezilmesi öncelikli görevlerimizdendir. Kazanacağız.
Özgecan Aslan anısına yazdığımız bu yazıyı, bu tip olaylarla değil, mücadelenin kazanımlarıyla sürdürmek dileğiyle...

7 Şubat 2015 Cumartesi

Tartışmalar ve Terimler

Günlük hayatta, muhalifler tarafından sıklıkla kullanılan bazı tabirlere değinmek istedim bu yazıda: sol, işçi sınıfı, kapitalizm, emperyalizm ve faşizm. Tabii, sadece değineceğiz. Yoksa bu kavramları bütünüyle çözümlemeye birikimim yetmez. Denemeye kalksam siz benden soğursunuz ben hayattan.
Sloganlar, düşüncelerden çok duygulara hitabeden araçlar oldukları için içeriklerinde bir miktar anlam kayması olabiliyor. Ancak bir tartışma ortamına bu terimleri getiriyorsak, gerçek anlamları üzerinden tartışmalıyız. Bu yazıda konu aldıklarımın bazılarının anlamları tartışma götürse de en azından ne olmadığı konusunda hemfikir olunması gerektiğini düşünüyorum, tartışmak için bir araya gelen kişiler tarafından.
Sol tabrinin kökeni, bildiğim kadarıyla Fransa Krallığı'na gidiyor. Krallığın son zamanlarında, önemli kararlar alınmadan önce görüş almak için mutlak hakim olan kral, karşısına ruhban temsilcisini, sağına aristokrasinin temsilcisini, soluna ise burjuvazinin temsilcisini oturturmuş. Elbette o dönemde burjuvazinin temsilcisi, diğer üçünden daha ilerici (özgürlükçü, yenilikçi, geçmişi reddeden, onu sorgulayan) görüşleri savunurmuş. Zamanla Avrupa'daki parlamentolarda da daha ilerici görüşleri savunanlar oturum başkanına göre solda, muhafazakar görüşleri savunanlar sağda yer almışlar. Yani bence sol için, herhangi bir ideoloji belirtmemiz gerekmeksizin, "diğer herkese göre daha ilerici, aydınlanmacı, muhafazakar olmayan görüşleri savunan, hem eski, hem de mevcut durumdan memnun olmayıp yeniliği savunan görüştür" diyebiliriz. 19.yy'da gelişen diyalektik materyalizmin de, mevcut olanı reddedip, bu reddedişten köklenen bir yenilik yaratma üzerine kurulu olduğundan sonraki dönemlerde sol ile özdeşleşmesi doğaldır. Başka bir yazıda ayrıntılı olarak ele alırız.
İşçi sınıfı kavramının da bir meslek ifadesine evrildiğini üzülerek görüyorum. Kendim daha ziyade "çalışan sınıflar" tabirini kullanırım, zira işyerinde işveren rolünde olan maaşlı çalışanların da (daha önce bunun beyaz yaka demek olduğunu anlatmıştım) büyük ölçüde işçilerle aynı çelişkilerin nesnesi olduğunu düşünürüm. İşçi sınıfı tabirinin bir anlam ifade edebilmesi için kişinin görüşerinin dayandığı temel çelişkinin üretim ilişkilerinden kaynaklanıyor olması gerekir. Ulusal, etnik ya da dini ayrımların ve bu ilişkilerin tarihe yön verdiği görüşünde olan birisi işçi sınıfı dediğinde aslında işçi olarak çalışan vatandaşları kastediyordur. İşçi sınıfı tabirini gerçekten sınıfsal anlamda kullanacaksak, işçi sınıfının, sınıflı toplumda diğer sınıflar karşısındaki konumunu tartışıyor olmamız gerekir. Yani bu tabiri kullanan kişinin, öncelikle işçi sınıfının ortak çıkarları olduğu görüşünde olması gerekir.
Kapitalizm dediğimizde, kökleri belki paranın icadına kadar giden, malların üretim ve değişim amacının kar etmek olduğu bir ekonomik sistemden bahsediyoruz. Bugüne kadarki tecrübelerimiz, kapitalist sistemin ilerledikçe her sektörde oligopol (birkaç oyunculu piyasa) oluşturduğunu gösteriyor. 777 bakkalın 77 süpermarkete, onların da 7 AVM'ye dönüşmesi gibi. Kapitalizm, günlük hayatta olumsuz anlamda kullanılan ve sıklıkla karşı olunan bir kavram. Pekiyi kapitalizm karşıtlığı neyin karşıtlığıdır? Sosyalist bakış açısından kapitalizme getirilen eleştiriler; emek sömürüsü yoluyla çalışanın ürettiğinin çok az bir kısmıyla, bilinçli olarak ancak yaşayabileceği kadar bir ücrete mahkum edilmesi, biricik amacın kar etmek olması dolayısıyla gezegen kaynaklarının umarsızca kullanılması (çevreci iyileştirmelerin sistem krizi anında ilk terkedilen prensipler olduğunu unutmayalım) ve sürekli olarak gelir dağılımındaki adaletsizliği derinleştirmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Günümüzdeki en rasyonel karşı çıkış bunlar üzerindendir ve iyileştirme/devirme fikirleri de bu çelşkilerin çözümüne yönelik olmalıdır. Kapitalizm karşıtlığı, eğer kapitalizmden daha geri ekonomik sistemlerin (serflik, kölelik, feodalizm ve daha ilkel yapılar gibi) savunulması haline dönüşüyorsa bunu gericilik olarak isimlendirmeliyiz. Bu şekilde bir kapitalizm karşıtlığı aynı zamanda sol olarak da nitelendirilmemelidir.
Emperyalizm, latince büyük arazilere hükmetmek anlamına gelen imperium kökünden geliyor. Günümüzde yaygın kullanımı, ekonomik ve askeri gücü belirli bir seviyenin üzerinde olan ülkelerin, kendilerine göre geri kalmış ülkelerin kaynaklarını hak gasplarıyla kullanması, onları sömürmesi şeklindedir. Bu tanım, kapitalizm içermez. Çünkü kapitalizmden önce de impratorluklar bu şekilde davranırdı. Başka bir emperyalizm tanımı ise, kapitalist ekonomiye dayalı gelişme modeli olan ülkelerin, yukarıda kapitalizmin çelişkilerinde bahsettiğimiz gezegen kaynaklarının sınırsız kullanımına mahkum olması ile ilgilidir. Lenin'in "emperyalizm: kapitalizmin en yüksek aşaması" olarak incelediği durumdur. Yani ilk tanımdaki emperyalizm, diğer ülkelerin kaynaklarını, kendi durumunu iyileştirmek için kullanan bir imparatorluğu niteler. İkinci tanımdaki emperyalizm ise, dayandığı ekonomik sistem gereği emperyalizme mahkum olmuş, başka çaresi olmayan bir imparatorluğu niteler. Emperyalizme kavramsal olarak topyekun karşı çıkış ikinci tanım üzerinden yapılmaktadır. Birinci tanım üzerinden yapılan emperyalizm eleştirisi, sömürülen pozisyondaki ülke vatandaşlarının, sömüren ülke olma hayali saklı kalmak koşuluyla, kendi ülkesinin ya da müttefik gördüğü ülkelerin sömürülmesine karşı çıkan milliyetçi tutumlarıdır. 
Son olarak faşizm de, İtalyanca kökenli bir kavram olup kendisinden olmayana karşı, kendisinden olanı örgütleyerek militarist bir tutum almak demektir. Faşizmin temel özelliği, kendisinden olmayanı, çoğunlukla doğuştan getirilip sonradan değiştirilmesi mümkün olmayan, olsa bile kişi hak ve özgürlükleri gereği konu edilmemesi gereken bir özelliğinden ötürü düşman olarak görmektir. Günümüzde, bir fikir tartışmasında dahi, belirli bir görüşün diğerinden daha geçerli olduğunu savunan kişiye bu kavram yapıştırılarak kişi itibarsızlaştırılmakta, kavramın da içi boşaltılmaktadır. Çoğunlukla kavramın içinin boşalmasından çıkar sağlayan kişilerce bu yönde kullanılır. Faşizm kelimesinin kullanımında kritik nokta, faşist olarak birisini tanımlamak için, değiştirilemeyen bir özellikten ötürü birisine karşı tutum alınıyor olunması ve çevresindekileri o kişiye karşı örgütlüyor olması gerektiğidir.
Yerigeldikçe başka kavramlara da değiniriz.

25 Ocak 2015 Pazar

Sürdürülebilir Kalkınmanın Sürdürülemezliği

1987 Yılında Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonunda sürdürülebilir kalkınma şu şekilde tanımlanmıştı: "gelecek kuşakların ihtiyaçlarına yanıt verme yeteneğini tehlikeye atmaksızın, mevcut ihtiyaçları gidererek kalkınmayı sürdürülebilir kılmak"(*).
Konuya ilgi duyanlar ya da bu blogu takip edenler bilirler, avcı-toplayıcı ilkel-komünal toplumdan tarım toplumuna geçiş sonrası insanlık, geri dönülemez biçimde nüfusunu artırmış ve avcı-toplayıcılıktan daha zahmetli ve riskli olan tarıma mahkum olmuştur. Benzer bir nüfus artışı sanayi toplumuna geçişte de olmuş, insanlık bu gelişmeyi iki büyük dünya savaşıyla taçlandırmıştı (!). Dolayısıyla tarihsel sürecin üç motorundan (**) ilki olan teknolojik gelişim, gezegenimiz ve doğa ile ilişkilerimizde en önemli rolü oynamaktadır. Bir yandan hayatımızı hızlandıran teknoloji doğaya daha fazla zarar vermemize neden olurken, diğer yandan da bu teknolojinin kullanımını daha verimli kılan, daha temiz enerji kaynakları ve geri dönüşüm yöntemleriyle yıkımı yavaşlatmaktadır. Pekiyi süreç nereye doğru ilerliyor?
Dünya üzerindeki "sürdürülebilir" paylaşım savaşı, gelişmiş ülkeleri daha çok geliştirip geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerdeki sömürüyü sürdürdüğü sürece, savaş ve kıtlık nedeniyle sömürülen ülkelerdeki nüfus artışını engelleyemeyecektir. Dünya nüfusu sürekli artmaktadır ve gelşmiş ülkelerden başlayıp teknolojsi eskidikçe gelişmekte olan ülkelere yayılan belirli bir ürünün "sürdürülebilir" tüketimi, toplam enerji ihtiyacını sürekli olarak artıracaktır (bu yazıdaki "enerji" sadece yakıt anlamında değil, yiyecek, su, ışık vb. her tür girdi anlamındadır) . Toplam enerji ihtiyacının artması yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç duyulmasına yol açar. Doğaya en az zarar veren enerji kaynakları dahi, sayıları kabul edilemez boyutlara ulaştığında doğayı tahrip ederler. Hidroelektrik santrallerinin doğayı ve tarımı nasıl etkilediğini görüyoruz. Benzer şekilde diğer doğa dostu olarak tanıtılan enerji kaynakları da sayıları arttığında benzer sorunlar çıkartacaklardır. Büyüyen et endüstrisi ve tükettiği temiz su, tarımda verimlilik baskısıyla toprak kalitesinde düşüş ve kimyasal kullanımı da kapıda bekleyen, kendisini göstermeye başlamış sorunlardır. Evet, verim arttıkça doğaya olan zarar azalır, ama talep baskısının sayıyı artırma eğilimi herzaman verimlilik baskısının önündedir. Fırından günde 200 ekmek çıkartmanız gerekiyorsa, önce fırından 200 ekmek çıkartır, sonra bu 200 ekmeği daha az enerji ve fırıncı ustası kullanarak nasıl çıkartacağınızı araştırısınız. İkincisi asla birincisinin önüne geçmez!
Son tahlilde insanlık, karşılaştığı ya da karşılaşacağına dair işaretleri gördüğü sorunları çözmek için önüne alır. Sürdürülebilir kalkınma modelleri de karşılaşılan bu çevre sorunları sonucu gezegeni yok ettiğini farkeden insanlığın aradığı çözümlerdendir. Uzay araştırmaları, Mars Kolonisi fikirleri de bunun yansımalarıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken  nokta, ilkel komünal toplum sonrası sınıflı topluma ilk geçişle birlikte tarihsel sürecin sürekli olarak enerji ihtiyacını artırıcı eğilimde olduğudur. Ben bunu, tarihsel sürecin diğer iki motoru olan hükümdarlar arası rekabet ve sınıf çatışmalarının teknolojik gelişmelere yön vermesine bağlıyorum. Bu nedenle, sınıflı ve devletler arası gerilimin varolduğu bir dünyada sürdürülebilir bir kalkınmanın olamayacağını düşünüyorum.


(*) http://en.wikipedia.org/wiki/Our_Common_Future
(**) Tarihsel süreci ilerleten üç motor 1. Teknolojik gelişim 2. Hükümdarlar arası rekabet 3. Sınıf mücadeleleri

19 Ocak 2015 Pazartesi

Alem-i Reayan Bir Yaşında!

Blogumuzun bir yaşını doldurmuş bulunuyoruz. Gündemdeki ve gündem dışı, çalışan yaşamına dair, onu etkileyen ve varlığının kökenini ondan alan konularda görüş paylaştığım bu ortamı açıp okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorum ve eleştirileriniz yeni yazılar yazmamı sağladı ve bu paylaşımlar, kendi görüşlerimi de sorgulamama yardımcı oldu. Umarım okuyanlar da kendilerine dair bir şeyler bulabilmiştir.
Bu yaş günü yazısında, blogun hayat karşısında duruşunu özetlemek istedim. Ne olursa olsun, hayat karşısında tutarlı bir duruşumuz olmalıdır. Başlayalım:
Alem-i Reayan, çalışanların özel hayatlarını çalışarak kazandıklarını kabul eder. Bu nedenle yaratıcılık iş hayatıyla sınırlı kalmamalı, kazandığımız zaman diliminde de varolmalıdır. İşyerimizde ne kadar üretken ve verimliysek, özel hayatımızda da o kadar üretken ve verimli olmalıyız. Uykumuzun da verimli olması yeterlidir.
Alem-i Reayan, her koşulda çalışanın yanındadır. Teknolojik gelişmeler her ne kadar üretim araçları üzerinde çalışan emeğinin formunu değiştirmiş de olsa, emek - sermaye çelişkisinin sürdüğünü kabul eder. Özellikle günümüzde üzerimize çökmüş olan neoliberalizme karşı duruşu nettir. "Sermaye ile aynı gemideyiz", "ortak çıkar" gibi görüşleri kabul etmez.
Alem-i Reayan, enternasyonalisttir. Doğuştan getirilen özelliklerin övünç ya da utanç nedeni olmasını reddeder. Emeğin küreselleşmesinden yanadır. İki mühendisin, hangi ülke pasaportunu taşıdığına bakılmaksızın aynı işletmede birbirine denk işler yaparken aynı ücreti almasından, herhangi bir ülkede belirli bir amaç için bir araya gelmiş işçilerin barış içinde ve emekleriyle bir arada olduklarının bilincinde olarak çalışmasından yanadır. Ülke içindeki benzeri bölgesel-etnik ücret dengesizliklerine de karşıdır.
Alem-i Reayan, tarihsel süreçte insanı ilgilendiren doğal dengenin ilkel-komünal avcı-toplayıcı toplumdan tarım toplumuna geçişte insan lehine bozulduğunu kabul eder. Dengeyi yeniden kuracak olanın, modern bir sınıfsız toplum olması gerektiğini düşünür.
Alem-i Reayan, bu modern sınıfsız toplumun, tarım toplumunun doğurduğu cinsiyet ayrımcılığını da yıkarak geleceğini öngörür. Kadınların pozitif ayrımcılık yoluyla, yani erkek eliyle, konum kazanmasına karşıdır. Herhangi bir pozitif ayrımcı uygulamaya gerek duyulmadan kadınların konum elde edebileceği bir yapıyı savunur. Bir organizasyon kendisini sürekli olarak, kadınların da yer edinebilmesine yeterli olanak tanıyıp tanımadığı, bunu engelleyip engellemediği yönünde sorgulamalıdır. 
Alem-i Reayan insanı kendine yabancılaştıran ekonomik yapıların karşısında insanı savunurken, o yapıların yarattığı insana karşı da doğayı savunur. Hiçbir alternatif, yenilenebilir enerji kaynağının enerji ihtiyacını sonlandırıp çevre sorunlarını çözebileceğini kabul etmez. İlkokulda çevreye zararsız olarak öğrendiğimiz hidroelektrik santrallerinin sayısının artmasıyla yaşanan felaketi görüyoruz. Enerji ihtiyacı, daha az tüketerek karşılanabilir. Bu da dayatmayla değil, doğa bilgeliği ile mümkündür.
Alem-i Reayan, kapitalizmin çelişkilerini göstererek ona karşı çıkarken kapitalizmden daha ilkel ekonomik modelleri savunmaz. Süpermarkete karşı bakkalın yanında değildir. Bakkalın, süpermarket gibi bir sömürü birimi olmayıp aynı zamanda süpermarketin sağladığı standart hizmet ve kalite seviyesine çıkışının yollarını arar. Devletler konusunda da, emperyalist müdahale tehdidinde direnenler hariç (çünkü bu tehdit, onları daha ileri bir ekonomik yapıya ulaştırmaz), bu konumdadır.
Alem-i Reayan laik aydınlanmadan yanadır. Doğal süreçlerin yine doğal süreçler sonucu oluştuğunu savunur. İnsan, vicdanını herhangi bir dogmaya teslim edemez, eylemlerinin sorumluluğunu o öğretiye ihale edemez. Herkesin kendi vicdanından sorumludur.
Duruşumuzu özetlemeye çalıştık, bu yolda devam edeceğiz. Hoşçakalın,


11 Ocak 2015 Pazar

Nitelikli İşçilik Sorunu

Bitmeyen ara eleman sorununu herkes bilir. Neredeyse tüm sektörlerde yetişmiş işgücünün eksikliğinden tüm sermaye şikayet ederken her nasıl oluyorsa sistem, ihtiyaç duyulan işçileri yetiştirememektedir. Bir çalışan olarak, gözlemlerim üzerinden değerlendirmeye çalışayım.
İşgücü nerede, nasıl yetişir? Bir süre ben de bir meslek yüksek okulunda teknik dersler verdim. Çalışma yaşamım da kısmen eğitim ağırlıklı geçmektedir. Kariyerimin eğitimle ilgili olan kısımlarından öğrendiğim en önemli şeylerden biri de, temel bazı konular dışında bir kişinin, bir konuyu öğrenip uygulayabilecek düzeyde kavrayabilmesi için gereken en önemli şeyin, o konuyu öğrenmesi için bir nedene sahip olması olduğudur. Bu neden de henüz okulda teknik eğitim alan bir öğrenci için, kendini maddi ve manevi yönden tatmin edecek bir işte, öğrendiği konuyu uygulama olasılığı ve umududur. 4+4+4 gibi sistemlerle ortalama eğitim süresi artırılmaya çalışılırken bir yandan da, akademik eğitim alma yetkinliğinde olmayıp çok daha verimli alanlarda değerlendirilebilecek ve mutlu olabilecek kişilere vakit kaybettiriliyor. Süre uzadıkça eğitimin içi boşalıyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ve sonraki uzun bir dönem, Türkiye'de sanayi emekleme aşamasındaydı. Piyasa bu denli zayıfken elbette çoğu şey, özellikle mühendis seviyesinde okulda öğreniliyor ve okulda öğrenilenler devletin de sermaye desteğiyle uygulamaya alınmaya çalışılıyordu. Devrin üretim teknikleri gereği makina, makinanın başında öğreniliyor, ustalaşma da; geleneksel usta - kalfa - çırak ilişkileriyle gerçekleşebiliyordu. Nitelikli işçi, bu yolla piyasa tarafından yukarı "çekiliyordu". Sistem, kendi nitelikli işçisini kendisi yetiştiriyordu.
80'li yıllarla birlikte silikon yonga temelli teknolojilerin gelişmesiyle bazı şeyler makina başında öğrenilemez oldu. İşçinin belirli bir teknik temeli edinmiş halde işe başlaması gerekmeye başlamıştı artık. Makina arıza yaptığında bazı parçalar yerinde onarılamıyor, elektronik kartlarının üreticisine gönderilmesi gerekiyordu. Eski üretim teknikleri uygulanırken, işe yalnızca eli anahtar tutabilme becerisi olduğu için başlayan işçiler arasından en parlak olanları sistem tarafından nitelik kazandırılarak ustalaştırılabilmekteydi. Ancak günümüzde ihtiyaç duyulan programlama, ölçme, analiz etme tekniklerinin bu yolla çekilmesi imkansızdır ve problem buna dayanmaktadır. Problem, ihtiyaç duyan kişiye, ihtiyaç duyduğu beceriyi, yapacağı işin piyasa denge ücretini dürüstçe bildirerek ve iş tanımlarını şeffaf şekilde iletilerek, yani maddi ve manevi tatmin umudunu somutlaştırarak vermektir. Bir sermaye - sendika tartışma konusu olmalıdır bu aynı zamanda. Bunun da ancak, nitelikli işçi olarak kariyerine başlayacak olan öğrencinin eğitimi sırasında çalışacağı alanda uzun soluklu staj yapması ve yalnızca ilgili konularda eğitiminin sürmesi ile gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Meslek yüksekokulunun bir akademik başarısızlık sonucu gidilen yer değil, uygun kişinin yönlendirildiği ve sanayi için en verimli şekilde değerlendirilebileceği eğtimi alması, sonrasında da iş tatmininin sağlanması ile ilgili somut umudunun olduğu bir okul olarak organize edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çalışanlar olarak nitelikli çalışan itibarını yükseltmeliyiz. Çünkü bu ülkede, yıllarca güdülen popülist politikalarla okul okumanın masabaşı iş umudunu artırdığı ve masabaşı işin, saha-atölye işinden daha itibarlı olduğu fikri fiilen kabul ettirilmiştir. Bu algıyı kırmalı, katma değerin, sahada-atölyede üretim yapanın elinden tüm alanlara dağıldığı gerçeğini göstermeliyiz.    

4 Ocak 2015 Pazar

Seçim Ortamından Soyutlanmak

Seçim çalışmaları başlayınca, gerçek sorunların seçim çalışmalarının gölgesinde kalması gibi bir sorun ortaya çıkıyor. Aslında ülkenin iki yıldır sürekli seçim havasında tutulması, bunun biraz da tercih edilen bir durum olduğu konusunda şüphe uyandırmıyor değil.
Gelelim bizi ilgilendiren kısma; ilgilenmemiz gereken konu seçim midir? Değildir diyorum şahsen. Daha önce birkaç yazıda da tartıştık, çalışan sınıflar olarak çoğunluğu oluşturuyor olmakla beraber (ücretli çlışanların nüfusa  oranı yaklaşık %65), sağ politikaların ve neoliberalizmin alternatifsizliği algısı nedeniyle sınıf lehine siyaseti savunanlar olarak ulaşabildiğimiz kitle sınırlı. Zaten Haziran Direnişi ya da laik - aydınlanmacı tavır konulu tartışmalarda da toplam nüfus içinde azınlık olduğumuzu kabul etmemiz gerektiğini tekrarlıyorum. Seçimle ilgili konulara da bu açıdan yaklaşmak gerekiyor.
Bunun yanında, genel seçimlerin AKP aleyhine sonuçlanması durumunda kurulması olası koalisyonlardan herhangi birinin, çalışanlar için daha olumlu bir ekonomik ve sosyal durum yaratabileceğinden peşinen nasıl emin olabiliriz? İlgili düzen partilerinden hangisi somut bir neoliberalizm eleştirisi yapmaktadır ve mevcut olanın yerine hangisi alternatif bir ekonomik program ortaya koymaktadır? CHP'nin iş güvenliği ve çevre konularındaki tutumu olumlu olmakla birlikte, sistemin kendisinden kaynaklanan rekabet koşullarında, kriz anında ilk fırsatta vazgeçilen çevre ve iş güvenliği prensiplerinin ne olursa olsun yerinde kalmasını finanse edebilecek midir? Daha önce de tartıştık, kapitalist sistem içinde çevre ve iş güvenliği gerekliliklerini olması gerektiği gibi uygulayabilmenin biricik yolunun, müşterinin bunu talep etmesi olduğunu düşünüyorum. Sistemin bu şekilde evrileceğine dair umut var mıdır? Elbette sendikaların baskısı da etkili olacaktır ama eski rejimin de katkılarıyla bu gücün de mevcut olmadığını söyleyebiliriz.
Sosyalist partilere baktığımızda, önceden de olduğu gibi seçimi söylemlerin yükseltilmesi için araç olarak kullanıp ülke içinde bir devrim için metod arayışı içinde olduklarını görüyoruz. Somut neoliberalizm eleştirileri var, iyileştirilmiş reel sosyalizm ve karma ekonomik model aralığında yer alıyor. Laiklik ve aydınlanma konusundaki kararlılıkları zaman zaman ses getirebiliyor. Ancak öngörülen devrim koşullarının ufukta görünmediği açık. Çalışan sınıflardan kitlesel kabul görmüyorlar. SSCB gibi bir dengeleyici gücün yokluğunda, gerçekleşmesi muhetemel bir ulusal sosyalist devrim halinde yenilecek ambargoya dayanabilecek kararlı bir çalışan sınıfı (Venezuela'daki gibi) örgütlemekten uzaklar. Devrim sonrası bu ambargolara karşı dayanışmacı bir sistem yaratacak uluslararası dayanışma ağı da örülüyor gibi durmuyor.
Dolayısıyla işimiz seçim değil. Önümüzde iki temel problem var: Neoliberalizm ve aydınlanma. Birincisi, uluslararası bir sorun ve neoliberalizmin yerine konulabilecek, çalışan kitleleri ona karşı öncelikle ikna edip sonra peşinden sürükleyebilecek bir sistem alternatifini tartışarak ve dayanışarak bulabiliriz. Bunun için de "mücadeleyi küreselleştirmek" başlıklı yazılarımdaki bizim gruptaki kapitalist sisteme entegre ama ülke olarak tek başına sisteme doğrudan etki edemeyen ülkelerin çalışan sınıflarıyla dayanışmamız, oluşan direnişleri neden ve kökenleriyle birbirine bağlamamız gerekli. İkincisi ise daha çok Batı Asya (*) ülkelerini ilgilendiren laik aydınlanma sorunudur. Sağ politikaların alternatifsizliği düşüncesinin ve çalışan çoğunluğa ulaşamamamızın kökeninde yatmaktadır. Bu açıdan öncelikle kendimizi eğitim ve ekonomi konularında korumalı (okuldan alınamayan bilimsel bilgilerin çocuklara ulaştırılması, sermaye bağımlılığı olmayan finansman kaynakları gibi) sonra da sosyal ve kültürel etkinlik türü eylemlerle tüm ülkeye -doğrudan ya da dolaylı yolla ulaşmalıyız. Seçim tartışmalarıyla enerjimizi boşa harcamamalıyız. 

(*) Ortadoğu yerine bunu kullanmayı tercih ediyorum.