Translate

30 Ekim 2014 Perşembe

Mücadeleyi Küreselleştirmek (2)

"Mücadeleyi Küreselleştirmek" başlıklı bir önceki yazıyı somutlaştırırsak aşağıdaki gibi bir dünya haritamız oluyor. Burada biz çalışanlara düşen konumlanma: 
1. Yeşil renkli ülkelerdeki direnişleri birbirlerine bağlamak,
2. Kırmızı renkli ülkelerdeki en alt tabaka gelir grubunu direnişe çağırmak,
3. Mavi renkli ülkelerde mümkün olduğunca halk desteği bulabilmek,
4. Sarı renkli ülkelerden emperyalist saldırı altında olanlarda merkezi hükümeti savunmak, saldırı altında olmayanlarda ise demokratik halk hareketlerinden yana olmaktır.
Bu şekilde dünya çapında etkili olunabileceği görüşündeyim. Yöntemleri tartışmaya devam edeceğiz.





28 Ekim 2014 Salı

Mücadeleyi Küreselleştirmek

Bir önceki Suriyeli Mülteciler yazısında yeni bir konunun kapısını aralamıştık: Emeğin küreselleşmesi. Bunu savunmamın nedeni, eşit işe eşit ücret prensibinden hareketle, aynı firmada çalışan iki kişinin aynı işi yapıyor olması halinde çalışanın, hangi ülke pasaportuna sahip olduğundan ya da etnik kökeninden bağımsız olarak aynı ücreti alması gerektiğiydi. Şimdi de tartışmayı derinleştirip emek ve demokrasi mücadelesinin de küreselleşmesini gündeme alacağız.
Dünya üzerinde kurulu ülkeleri bu amaç doğrultusunda kabaca dört ana grupta toplayabiliriz: 
1. Gelişmiş kapitalist ülkeler, 
2. Doğal zenginliğe dayalı ekonomisi olup kapitalist sistemde ağırlığı olan ülkeler, 
3. Kapitalist sisteme entegre olmuş ancak doğal kaynaklarının ve sermayesinin yetersizliği nedeniyle etkisi sınırlı olan ülkeler, 
4. Gelişmemiş ülkeler, yitik ülkeler ve diğerleri. 
Bu formülasyonu örneklendirecek olursak; birinci gruba ABD, İngiltere, Almanya gibi finans kapital gücüyle küresel etkisi olan ülkeler ile onlara üretim gücüyle destek olan İsveç, Japonya gibi çevre ülkeleri dahil edebiliriz. İkinci grup, Çin, Rusya ve körfez ülkelerinden oluşmaktadır ve sınıfsal anlamda en karışık grup olarak bu görünmektedir. Üçüncü grup ülkemizle birlikte zayıf ekonomili AB ülkelerini ve Brezilya, Arjantin, Güney Afrika gibi ülkeleri içerir. Son grupta Moğolistan, Vietnam, Haiti gibi fakir ülkeler, Suriye, Irak, Sierra Leone, Filistin gibi emperyalist saldırı ve iç savaş yıkımına uğramış yitik ülkeler ve sistem dışı Küba, Kuzey Kore gibi ülkeleri sayabiliriz.
Birinci gruptaki gelişmiş kapitalist ülkelerin çalışan sınıflarının bulunduğu durum, kendi ülkelerinin çevre ülkelere uyguladığı emperyalist saldırganlık ya da emperyalist ülkelerin zengin müttefiki olması nedeniyle kendilerine uygulanan sömürünün hafiflemiş olmasıdır. Bu nedenle o ülkelerin çalışan sınıflarında emperyalist saldırganlığı destekleme eğilimi vardır ve direniş dalgası, alt gelir seviyesindeki işçi sınıfı ile iş bulma umudunu yitirmiş işsiz kitlesinden doğmaktadır. Bu direnişlerdeki etnik etki ya da renk farkı etkisinin de temelde aynı denednen kaynaklandığını düşünüyorum. 
İkinci gruptaki doğal kaynaklara dayalı zenginliği olan ülkelerin bu zenginliği, kapitalist ekonomilerindeki çarpıklığın üstünü  örtmektedir. Sürdürülebilir olmayan bu durumu gizlemek için de bu ülkeler, demokratik muhalefet yollarını tıkamaktadırlar. Zenginliklerinin ve sosyal-sınıfsal yapılarının farklı oluşundan ötürü birbirlerinden çok farklı özellik gösteren bu ülkelerde direnişler de farklı karakterlerde oluyor.
Ülkemiz gibi üçüncü grup kabul edebileceğimiz ülkelerde ise, başta orta sınıf olmak üzere tüm çalışan sınıflarda oluşan direniş karakteri, dünya çapında en aktif olanı. Örneklerini Güney Afrika, Yunanistan ve Brezilya'da gözlemledik.
Dördüncü ve son gruptaki ülkeler ise, çoğunlukla sınıfsal temelli olmayan, ülkelerin yapısal sorunlarından doğan gerilimlerin ön planda olduğu ya da kapitalist sistemden kendini soyutlayarak korumaya almayı tercih etmiş ülkeler. Bu ülkelerde mevcut iktidar emperyalist saldırı altındaysa, kısa vadede merkezi yönetimi desteklemenin, orta vadede ise saldırı savuşturulduktan sonra iktidarın demokratik hakları genişletmesi için baskı altına alınması için çalışılmasının doğru olduğunu düşünüyorum (Suriye, Kuzey Kore, Küba gibi). Eğer herhangi bir emperyalist tehlike yoksa (iktidar batı güdümündeyse), merkezi iktidara muhalif ilerici demokratik güçlerin desteklenmesini doğru buluyorum.
Bu dört tip ülkede yeşeren ilerici, demokratik ve çalışan sınıflardan yana direnişlerin bir haberleşme ve dayanışma ağı ile birbirine bağlanması, birbirlerinden haberdar olmaları ve paralel eylemlerde bulunmaları gerektiğini düşünüyorum. Takip eden yazılarda yöntemleri de tartışacağız.       

16 Ekim 2014 Perşembe

Suriyeli Mülteciler

Blogumuzda işleme sırası gelen konulardan biri de Suriyeli Mülteciler konusu. Suriye'deki iç savaşın başlamasından sonra hükümetin aldığı tutum, topraklarımıza kontrolsüz bir şekilde Suriyeli Mülteci akmasına neden oldu. Bugün sayıları 2 milyona yaklaştığı söylenen mülteciler, yalnızca sosyal hayatı etkilemekle (ve Türkiye'deki hayattan etkilenmekle) kalmıyor, emek piyasasındaki dengeleri de değiştirme potansiyeli taşıyor.
Kapitalizmin en ileri aşaması olan emperyalizmin temel amaçlarından biri, serbest piyasa ekonomisine açık olmayan ülkeleri piyasaya açmaktır. Bu piyasaya açma işlemi, doğal kaynakların sömürülmesi (ederinden ucuza işgal eden ülke şirketleri tarafından işletilmesi), yabancı ürünlerin ülke içinde satılabilmesi ve ülke halkının ucuz işçilik yoluyla sömürülmesini içerir. Yaşadığımız durum ise, Suriye halkının anti-emperyalist mücadelesinin başarıya ulaşması sonucu, bir şekilde muhalifleri desteklemiş olan ve ucuz işçilik olarak görülen kitlenin ülkemize katılmasıdır. İlgili emek nitelikli emek olmayıp zaten ülkemizin işsizlikteki temel sorunu olan niteliksiz işsizler ordusuna yeni üyeler katılması anlamına gelmektedir. Ayrıca mültecilerin çalışma izninin de olmamasından ötürü bu işçileri çalıştırmayı tercih eden işveren, işlemin yasadışı olması nedeniyle yasal zorunlulukları da yerine getirmek zorunda kalmamakta, niteliksiz işçi pazarında avantajlı duruma geçmektedir. Bu durum, yerli niteliksiz işçilerin aleyhine bir durum oluşturur. Emek ücret dengesinde niteliksiz emeğin fiyatını düşürür, bu da işsizlik oranını artırarak asgari ücret ve yakın ücretlerin düşük seviyede tutulması baskısı oluşturur. Nitelikli emeğe sahip kişi sayısını artırma ihtiyacının daha hayati düzeyde hissedilmesine yol açar.
İnsanların etnik kökenleri, milliyetleri ve dini inançları aynı işi daha ucuza ya da pahalıya yapmaları konusunda ayırt edici olmamalıdır. Aynı firmada Türk pasaportuyla yaptığımız mühendisliğin yapılan işe ticari katkısı İngiliz pasaportu taşıyan kişinin yaptığı mühendisliğin katkısıyla aynıysa, ikimiz de aynı firmadan aynı ücreti almalıyız. Bu tutum, tüm çalışanların orta ve uzun vadede lehinedir ve emeğin küreselleşmesi yolunda atılması gereken adımların yolunu açar. Bu bağlamda bizler de Suriyeli Mültecilerin yukarıda anlatılan şekilde, kuralsız şekilde çalıştırılmasına karşı olmalı ama bunu yaparken asla etnik ayrımcı bir tutum benimsememeliyiz. Böyle bir tutum onları sokağa atacak, çok daha büyük sosyal sorunlara yol açacaktır.
Suriyeli Mültecilerin ülkelerine döneceklerini ya da ülkemizden ayrılacaklarını düşünmüyorum. Mevcut ortamda topluma entegre olabileceklerini de düşünmüyorum. Ancak en azından çalışma yaşamı ile ilgili düzenlemeler yoluyla emek pazarına kurallı bir şekilde katılmaları sağlanmalıdır. Bu adım, her zaman vurguladığım "ekonomiye emek ve vergiyle katılımın sosyal hayata da sağlıklı bir katılım biçimi olduğu" düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Haklarını korumak için kurulmuş ya da kurulacak olan sivil toplum örgütleriyle iletişim içinde olarak emek pazarına kurallı katılımları sürekli gündemde tutmalı, ilgili devlet mekanizmalarına baskı yapılmalı ve  ülkemizin sosyal hayatına entegre olmalarına yardımcı olmalıyız.    

2 Ekim 2014 Perşembe

Savaş, İsraf ve Sömürü

Orduya Irak ve Suriye'ye girme yetkisi veren tezkerenin meclisten mevcut haliyle geçmesiyle fiilen Suriye ile savaşa girdik diyebiliriz. Elbette konuyu çalışan sınıflar ve bölge halklarından taraf olarak inceleyeceğiz.
Bir ülke savaşa girdiğinde, bu savaşı finanse edebilmek için borçlanır. Ülkenin borçlanması demek, özellikle savaş koşullarında, bu borcu çevirebilmek için daha fazla vergi toplaması demektir. Borç yükü ister çalışan sınıfa ister işverenlere binsin, doğrudan ya da dolaylı yoldan -ya ücretler ya da tüketim mallarının fiyat artışıyla- çalışan sınıflara fatura edilir. Çalışan sınıflara fatura edilmesi demek aynı ücrete daha fazla saat çalışmamız demektir. Aynı maaşla daha az tüketim maddesi alabilmek demektir. Yönetici sınıflar, şovenizm yoluyla "bu bedelin ödenmek zorunda olan bir bedel olduğunu" bizlere kabul ettirmeye çalışırlar. Bazen vatan derler bazen teröre karşı savaş, hatta kendi yarattıkları terör örgütlerine karşı savaş görünümünde başka ülke topraklarına ve halkına karşı girişilen savaş olsa dahi. Ne olursa olsun dert anlatmaya çalıştıkları kesim biz oluruz, çünkü bedel ödeyecek olan bizizdir.
Savaşa girmek demek israf demektir. Asker sayısının artması, askerde olan kişilerin iş gücünde değerlendirilememesinden doğan bir israf yaratır. Ayrıca reel bir getirisi olmayan silah harcamaları, özellikle başka ülkelerin uydusu olan ülkelerde yurtdışına para akıtılması, yani borç alınan ülkeden bir de o parayla silah ve mühimmat alınması anlamına gelir. Peki ne pahasına?
Savaş olasılığı, çoğunlukla ekonomik kriz durumunda, sonrasında ya da kriz beklentisi arttığında ortaya çıkar. Pazar, hammadde ya da ucuz işgücü arayışı, kısacası savaş açılan bölge halklarının aleyhine olan herhangi bir ya da birkaç şey için savaşa girilir. Savaş açan ülkenin çalışanları vergiler, artan fiyatlar ve askerlik yoluyla bedel öderken, işgal edilen ülkenin halkı da savaşın şiddeti ve büsbütün yıkılmışlıkla bedel öderler. Bazen işgal eden emperyalist ülkelerin çalışanları, işgal edilen ülkelerin sömürülmesi yoluyla bazı ekonomik avantajlar elde etseler de, günümüzde görüyoruz ki o emperyalist ülkeler işgal ettikleri ülkelerin bataklarından çıkamamakta ve çalışanların kazandıkları bu avantajlar onlara daha fazla askeri harcamayı finanse etmek zorunda kalmak olarak geri dönmektedir.
Çalışanlar olarak almamız gereken tutum yönetici sınıfların şovenist tuzağına düşmeden bölgedeki şiddet ve sömürü ortamına karşı çıkmaktır. Bu karşı çıkış da gösterilen düşmanla beraber, onları destekleyen, arkalarındaki gerçek aktörlere karşı direnmektir. Örneğimizde seçilen kurban Suriye'dir. Suriye halkı ile dayanışma içinde olmalıyız.