Translate

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Demokratik Muhalefet ve Sandık Muhalefeti

Bir hareketin demokratik olması halkın katılımıyla olur. Demokrasi dediğimiz şeyin orijinali zaten her şeyin halka sorulması, tüm kararların tartışarak ve sonrasında oylanarak alınmasıdır. Günümüzde, devletlerin büyüklüğü, karar almada yüksek hız gerekliliği gibi nedenlerle demokrasi idealinden sapar ama temelinde yatan mantık aynı olmalıdır.
Her şey, kendi karşıtını kendisinden yaratır, iktidar da öyle. Muhalefet de iktidarın yarattığı muhalefettir. İktidar her türlü Ortadoğu özelliklerini gösterirken muhalefetin Norveçli sosyaldemokratlar gibi davranması beklenemez. Pekiyi bu karşıtlık, tarihsel süreçte hangi durumda bir ilerlemeyi getirir? Elbette varolan çelişkilerin çatışma ya da uzlaşma yoluyla aşılmasıyla.
Şimdi iktidarı varsayılan kabul edip muhalefete dönelim. Günümüz muhalefeti zayıf olduğundan (karşılaşılan çelişkileri çözücü formüller bulamadığından) muhalefet içinde kendi karşıtını da yaratıyor ve iç çatışma ortamı oluşturuyor. İşte, ayrım burada ortaya çıkıyor: İktidar partisi olup sistemi 2002 öncesine geri yüklemek isteyen sandık muhalefeti ve Gezi Parkı - Haziran Direnişi'nde olduğu gibi iktidar hedefinden bağımsız olarak, ne kadar az sayıda olursa olsun kendine ait özgürlük alanını savunan demokratik muhalefet. Bu demokratik muhalefete iktidarın tepkisi şudur, iktidar basınında okuyabilirsiniz: "Muhtaç olduğu çoğunluğun hatırı için kendi bazı özgürlüklerinden gönüllü olarak vazgeçmesi gereken kitle." Demokratik muhalefetin hedefi bu düşüncedir, iktidar değil.
Bugün,  Gezi Parkı - Haziran Direnişi'nin bir yıl sonrasında direnişte savrulmalar görüyoruz. Yukarıda yazdığım özgürlük alan savunmasını terkedip umudu sandıkta aramak, çatı adaylarda aramak, düşülen en büyük yanılgıdır. Sandık, muhalefetin merkezine konmamalı. Asla daha kalabalık değiliz, olmayacağız da. Ama kimsenin "değerleri" için metroda öpüşmekten, sokakta, meydanda yürümekten vazgeçmeyeceğiz.
Bugün bence demokratik muhalefet olarak yapmamız gereken, muhalif üretim yapmaktır. Zaman yok evet. Bir gecede en iyi ihtimalle 2 saat kendime ayırabiliyorum ve haftada toplam 6-7 saat. Çalışkan değil sorumlu ve verimli olmalıyız. Dar zamanımızda yapabileceğimiz en verimli demokratik katılımı yapmalıyız yapacağımız üretimle. Bu üretim yazı yazmak, konuşmak, film çekmek, şarkı yazmak, müzik çalmak, elimizden ne gelebiliyorsa o olmalıdır ilk etapta. Örgütsüz işe yaramaz mı? Gezi Parkı - Haziran Direnişi de örgütlenemedi, bu yeni muhalefet biçiminin eski örgüt yapısıyla kapsanamadığı açık. Demokratik üretimin bir ayağı da bu sorunun yanıtını bulmaktır.
Sorulacak soru şu: "Bugün hepimiz için ne yaptın?"

10 Temmuz 2014 Perşembe

Erkek Egemenliği ve Kadın-Erkek Eşitliği

20 Ocak 2014 tarihinde yine bu blogda yazdığım pozitif ayrımcılık ile ilgili, pozitif ayrımcılık karşıtı görüşlerimi belirtmiştim. Bu görüşümü, "kadınları pozitif ayrımcılık yoluyla önemli yerlere (lütfedip) getiren değil, kadınların, kendi güçleriyle önemli yerlere gelebilecekleri sistemler yaratmalıyız." cümlesiyle fomülize etmiştim. Bu yazıda da, problemin tarihsel kökenlerini ele almak, günümüzdeki yansımalarını tartışmak ve aşmanın yollarını sorgulamak (sorgulamaya başlamak) istedim. Bu noktada, Britanyalı arkeolog tarihçi Neil Faulkner'in Yordam Yayınları'ndan çıkan Marksist Dünya Tarihi adlı kitabından bir bölümle giriş yapmak istiyorum:

"(...)Yeni teknikler, toplumsal değişimi getirdi. erken Neolitik dönemin düşük teknoloji ekonomisi, uzmanlaşmış emeği gerektirmiyordu: üretime herkes katılıyordu. Geç neolitik dönemin, Kalkolitik  dönemin ve tunç devrinin ileri teknoloji dünyası, çeşitli uzmanların varlığına bağımlıydı. (...)
(...) [teknolojinin ilerlemesiyle] Cinsler arasındaki ilişkiler de değişti. Toplumsal grupların varlıklarını sürdürüp refaha ermeleri, ekonomik işler için ergen ve genç nüfusun sürekliliğini gerektiriyordu. Genç kadınlar, bunu sağlamak için ve yüksek  ölüm oranları nedeniyle, hayatlarının büyük kısmını ya hamile ya da bebek emziriyor olarak geçiriyorlardı. Ama Paleolitik dönem toplayıcılığını ve erken neolitik dönem çapacılığını çocuk bakımıyla birlikte götürmek mümkünken, geç neolitik dönem toprak sürme işinde bu mümkün değildi. Avcı-toplayıcı ve ilk çifçi topluluklarda kadınlar farklı işler yapıyorlardı ama erkeklerle aynı statüye sahiptiler. (...)
Geç neolitik dönem erkeğin dünyasıydı. Hayvan otlatma, toprağı sürme, uzun mesafeli ticaret ve gezgin zanaatkarlığı, çocukları yanında taşıyarak yapılamazdı. Saban, kağnı ve demir dövme, erkek egemenliğinin toplumsal ön koşullarını hazırladı."

Değerlendirmede de görülebileceği gibi, kadının toplumdaki konumunun yüksek ya da düşük olması toplumdaki üretime katılım düzeyiyle ilgilidir. Üretime kattığı değerin yüksek, erkekle eşit olduğu durumlarda toplumsal konumu da eşit olmaktaydı. Hatta avcı-toplayıcı dönemin eşit değerde emeğe sahip yerleşik (av için yerini terketmeyen) bireyi olarak anaerkil bir toplum yapısının oluştuğu da bilinmektedir.
Buradan hareketle temel materyalist görüşün, benim pozitif ayrımcılık karşıtı görüşümü desteklediğini düşünüyorum. Toplumsal üretime olan katkı oranının yükselmesinin, bunu sağlayacak bir sistemin kurulması şartıyla, kadının toplumdaki konumunu da yükselteceği görüşündeyim. Kadınların erkeklerle eşit değerde emek sahibi olmasının ise idealde toplumun çalışabilen tüm bireylerinin toplumsal üretime en verimli şekilde katılmasına ve günlük çalışma süremizden yaşam standardımıza her alanda olumlu etkisinin olacağına inanıyorum. En azından sorunun kökeninin üretime olan katkı olduğunu kabullenmek bile çözüm yolunda doğru reçeteye yönelmek olacağından önyargıları bir yana bırakarak kadınların toplumsal konumunu "farklı türde iş, eşit değerde emek" şiarıyla olması gereken noktaya getirebileceğimizi düşünüyorum.


Tartışmaya devam edeceğiz,

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Hepimizin Osmanlı Torunu Olması ve Enternasyonalizm

Ramazan'ın da gelmesiyle birlikte klasik muhafazakarlığa dönüş başladı. Her seneki zenginlerin fakirliğe övgüsüne ek olarak, tıpkı Bursa'ya yapılan, eskiden olmayan ama her nasıl oluyorsa nostaljik olan o tramvay gibi kimsenin bilmediği oyunlar, yüzyıllardır oynanan Osmanlı oyunu diye kanallarda dönmeye başladı. İşte bunlar, çalışan sınıflar üzerine oynanan oyunlardır arkadaşlar.
Neyse blog ciddiyetine dönelim. Sürekli olarak dillendirilen bir ifade var: "Hepimiz Osmanlı Torunuyuz" Doğru, hepimiz gerçekten de Osmanlı torunuyuz. 600 yıl bu topraklarda belirli bir devlet kültürünü yaşatmış olan Osmanlı İmparatorluğu, bugünkü bizi biz yapan kültür birikimimizi ayakta tutan iki kolondan biridir. Diğeri, cumhuriyetçi modernleşmedir. Bu iki temele dair eleştirilerimiz ve karşı duruşumuz da onlar varolduğu için varolduğundan cumhuriyetin çocuğu, Osmanlı'nın torunuyuz derim.
"Uyuşmazlıkları giderebiliriz, çelişkiler kalıcıdır." V.İ. Lenin
Gelgelelim birisinin torunu olmak bizim soyumuzu belirlerken yaşamsal çelişkilerimizi yadsımaz. Osmanlı toplumunun iç çelişkileri şekil değiştirerek cumhuriyet dönemine de yansımıştır. Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki yerli burjuva yaratma arzusu, paralelinde bunun yaratacağı çelişkileri gizlemek isteyen "ırksız, ınıfsız kaynaşmış kitle" vurgusu ve başarısızlık sonrası patlayan 6-7 Eylül tüm bu çelişkilerin farkına varılmasının, çözülmeye çalışılmasının ve başarısızlık sonrası yeni bir yola (ABD mütteefiği bir Ortadoğu ülkesi) girilmesinin özeti.


Nihayetinde bizi biz yapan değerler tarihsel kökenlerimizden ve çelişkilerimizden temelleniyor. Daha önceki yazılarda bahsettiğim "emeğin küreselleşmesi" olgusunu tartışacaksak, bu enternasyonalizmi yerel temelleri yadsıyarak değil o temellerin üstüne inşa edebileceğimizi düşünüyorum. Bunun somutlaştırılmasını sonraki yazılarda yapacağız.