Translate

21 Eylül 2015 Pazartesi

Erken Seçim ve Ortak Sessizlikler

1 Kasım'da erken seçim ile bir kez daha önümüze sandık konacak son yıllarda sık sık yapıldığı gibi. Dikkat ettiyseniz iktidar, 12 Eylül 2010 referandumu sonrasındaki gelişmelerle özellikle liberal desteğini (ki bu desteğin ağırlığı yurtiçinden çok yurtdışından gelmektedir) kaybedince önümüze daha sık sandık koyar oldu. Toplumsal desteğin zayıfladığının anlaşıldığı son seçimin ardından beklenmedik bir hızla geliyor sandık önümüze.
Pekiyi bu toplumsal destek dediğimiz, kitlelerin kendi taleplerini siyasete yansıtması mıdır? Siyaseten konuşulanların ne kadarı herhangi birimizin günlük hayatını, haftada en az 45 saatini verdiği emeğin değerini, kalan zamanının kalitesini etkileyebilecek konularla ilgilidir? Aslında seçimlerden konuşurken öncelikle tartışmamız gerekenler, seçim barajını geçmesi beklenen (ve dolayısıyla oy verilmeye "layık" görülen) partilerin söylemleri arasındaki farklar değil benzerliklerdir. Yani seçim barajını aşması beklenen dört partinin ortak noktalarını konuşmalıyız. Konuşmalıyız ki neye "mahkum" olduğumuzu görelim, konuşmalıyız ki aslında neyin "vazgeçilmez" olduğunu bilelim.
Etnik siyaseti merkeze koyması ve ülke eksenine aykırı duruşu nedeniyle sermayenin etkisi görünür olmayan HDP'yi bir kenara koyarsak, diğer üç partinin yatırımlarla, yani toplanan vergi ve bulunan kredilerle ilgili yatırım projeleri arasındaki fark, sermayenin yeniden yapılanması ile ilgilidir. Kim daha çok vergi toplayabilir ve daha kolay kredi bulabilirse, onun projeleri ve dolayısıyla onu destekleyen sermaye kesimi güçlenecektir. Bu partilerin ortak sessizliği emek politikaları üzerinedir. Asgari ücret düzeyi, daha önceki yazılarda da belirttiğim gibi niteliksiz emek arzıyla ilgili olup örgütsüz asgari ücret istihdamının büyük bölümünü barındıran küçük patron şirketleri için tepeden hükümet tarafından belirlenemez. Hükümet asgari ücreti ne kadar yukarı çekerse çeksin işçi, patronunun kendisine verdiği asgari ücreti alıp fazlasını elden patronuna geri ödemek zorunda kalacaktır. Mevcut ekonomik yapıda sistem, yerel fiyatların ve kısıtlı ihracatın etlikenmemesi için bu kanunsuzluğa göz yummak zorunda kalacaktır. HDP'yi ele aldığımızda da, 7 haziran öncesi haftalık 35-40 çalışma saati vurgusunun gündem yoğunluğundan açılamıyor olduğunu varsayalım. Öyle dahi olsa, çalışma saatlerinin ortalama 50 saatin üzerinde olduğu ülkemizde, buna neden olan koşulları hedef almadan çalışma saati söylemi de maalesef yukarıdaki asgari ücret ağırlığında kalıyor. Hedef alınsaydı, aynı zamanda hedef aldıkları medyada yine yer bulabilirler miydi düşünelim.
Konumuz emek olduğundan emek sessizliğini vurguladım. Farklı konular da bulabiliriz. Ama seçim dediğimizde, o tartışma programlarında boy gösterenlerin tartıştıkları değil anlaştıkları konuları görelim. İşte o konulardır bizlerin hayatıyla ilgili olan. Ve biz bu hayatı yaratıyor ve yaşıyorsak, hayatı onların anlaştığı gibi mi yaşamak istediğimizi, zorunda olduğumuzu sorgulayalım. Yanıtımız hayır ise, yolumuz o sandığın ötesinden geçiyor. Örgütlenmeden, medyayı aşarak sesimizi daha da ötesine duyurmaktan geçiyor. Tek şehirde, tek ülkede değil, aynı sosyoekonomik ve sınıfsal yapıyı paylaşan her yerde...